Anasayfa Anasayfa

Sayfa 11 / 13« İlk...«910111213»

‘Deneme’ Kategorisi için Arşiv

Maydanozlu domatesli, aşk soslu salata


Zelin Artuğ

Maydanozlu domatesli aşk salatası deyip de geçmemek gerek. Salata yapmak her insanın harcı değildir. Bir kere bu konu ciddi bir ustalık gerektirir. En ünlü aşçıların bile bilmediği, hiç aklına getiremediği püf noktaları vardır bu işin. Kullanılacak olan malzemenin temizliği, tazeliği, sağlığa uygun oluşu yeterli değildir iyi bir salata için. Aslolan renk uyumudur. Salata, birbiriyle raks etmeyen, istese de raks edemeyen renklerden oluşursa, iyi bir salata olur.

Kırmızıyla yeşil, raks etmez. Çünkü kırmızı ana renklerdendir. Diğer ana renkler, mavi ve sarıdır. Kırmızı, ana renklerle teke tek raks eder. Ne güzeldir, kırmızının maviyle, sarıyla yani diğer ana renklerle dansı. Kırmızı, maviye karıştığında, menekşeye, leylağa, lavantaya, mor laleye dönüşür; sarıya karıştığında da altın rengi, portakal, turuncu… Güneşin sıcacık renkleri çıkar ortaya.

Kırmızı, diğer iki ana rengin karışımı olan yeşile karışmaz. Yeşilin yanında öylece durur. Yeşil de kırmızıya karışmasa iyi olur! Birlikte, birbirlerine karışıp bulaşmadan, öylece maydanozlu domates salatası gibi dursunlar. Böyle bir salataya ister maydanozlu domates salatası deyin, ister maydanozlu demokrasi salatası. Renklerin birbirine karışıp bulaşmadığı bir tabak, en azından göze hoş görünür.

Salata deyince, Tülin’in, “kuru börülce salatası” başlıklı yazısıyla ilgili söyledikleri geldi aklıma, bir muziplik düşündüm. Acaba dedim, “maydanozlu domatesli, aşk soslu salata” başlıklı bir yazı yazsam, kaç kişi okur? ‘Aşk soslu bir salata’ (!) daima ‘satar.’

Oysa o yazımda işçilerin kelle koltukta, zehirlenme tehlikesini de göze alarak, gemilerdeki devasa“b..k” kasalarını nasıl temizlediklerini anlatmıştım. Bu konunun bu kadar ilgi çektiğini bilmiyordum. Benim sevgideğer yol arkadaşlarım, üç aşağı beş yukarı bilirler ne tür konulara eğileceğimi. Sözüm onlara hiç değil! Sözüm, benim ne yazdığım ya da ne yazacağım umurunda olmayan, böyle bir “aşk” gemisiyle “biricik” aşkları yanı başlarında, yiyip içip sonra da yiyip içtiklerini o devasa kasalara yollamak üzere şık tuvaletlerin yolunu tutanlara! “Biricik” aşklarının bir dediğini iki etmemek için, bilumum herzeleri yemeyi boyunlarının borcu bilenlere! Ne anlaşıldı o yazıdan acaba?

 

Bu yazıyı yazmaktaki amacım emekçilerin berbat çalışma koşullarını anlatmaktı okura. Oysa aşk gemisinin “aşk sarhoşu” yolcuları çok daha fazla ilgi çekmiş anlaşılan. Ne yapalım, kader utansın!

Söz, nereden nereye geldi. Yeşil de kırmızıya karışmasa, diyordum, salata falan derken konu dağıldı. Maydanozsuz salata olur mu? Maydanozun girmediği yer mi var? Biri köfte yapacak olsa, maydanoz orada! Biri bir kitap yazacak olsa, maydanoz orada! Hele kitabın rengi de kırmızıysa, değmen maydanozun keyfine!

Yeşil, kırmızıyla karışırsa uyumlu bir renk oluşturamaz. Bu yüzden, kırmızıyla karışamamanın acısını böyle her şeye maydanoz olarak çıkarır yeşil. Güzelim yeşilden soğutur insanları.

Tıpkı kimi maydanozların insanı “aşk”tan da soğuttuğu gibi!

Duvarlara güneşin son ışıkları vuruyor. Yaprak gölgeleri, şeftali kızılına çalan akşam güneşiyle oynaşıyor. Gölgelerin acelesi var, birazdan ellerinin altından kayıp gidecek bu kızıllık. Gölgenin kendisi de kalmayacak ışıltılar gidince. Öylece, duvarların soğukluğuna gömülecekler. Ta ki ertesi gün akşam güneşi geri dönüp, donmuş gölgeleri sıcak nefesiyle ısıtıp yeniden canlandırıncaya kadar.

Balkon kapısı aralık. Rüzgâr bazen sert esiyor. Kapının pervazından kurtulmuş bir parça sünger, kısa ipli bir uçurtma gibi boşlukta salınıp duruyor. Rüzgâr biraz daha sert esse kopacak gibi. Rüzgâr bazen yön değiştirip uzaklaşıyor. Sünger parçası, rüzgârı kesilmiş uçurtma gibi kulağını sarkıtıyor o zaman.

Kırmızı her yerde… Halı, kanepe, masa örtüsü, masadaki küçük çalar saat bile kırmızı. Masanın üzerinde küçük bir cam fanus var. Fanusun içinde tül kuyruklu kırmızı bir balık… Salına salına yüzüyor avuç içi kadar suda. Kısacık yaşamı bu iki karışlık suyun içinde geçecek. Bir gün o da diğer süs balıkları gibi sırt üstü dönüp, bembeyaz karnını tavana dikip ölecek. Şimdilik dolanıp duruyor ufacık fanusun içinde. Balerinler gibi…

Suların da kızardığı bir akşam vakti, balkon demirinde bir serçe… Güneşin son ışıkları altında kızıla çalan parlak kahverengi tüylerini kabartmış, yol kıyısındaki çam ağacına uçmaya hazırlanıyor. Az sonra pırrrr! diye bir ses… Serçe uçup gidecek.

Uzaklarda çocuk sesleri.. Gün, toparlanıp gitmeye hazırlanıyor. Birazdan karanlık çökecek. O zaman ne kırmızı kalacak, ne de yeşil.. Bütün renkler, zifiri karanlığa esir düşecek.

 

Ta ki güneş yüzünü yeniden gösterip, kıpkızıl bir şafak, ufuktan gökyüzüne doğru yükselip tutuşuncaya kadar!

 

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)

 

halk düşmanları


Zelin Artuğ

Sözüm sizedir halk düşmanları!

Sizlere… paranın saltanatını seçenlere!.. Bildiği yanıldığına yetmeyenlere!  Bir masaya kurulup gelene gidene ahkâm kesenlere! Kendinden başka kimseyi önemsemeyenlere! Çıkarları uğruna tüm insani değerleri çiğneyenlere!

Bugün sizi küçük bir mekana davet edecek, yediğiniz herzelerden çok küçük bir örnek göstereceğim. Hem kendinize, hem de bu halka neler ettiğinizi bir küçük örnek üzerinden göresiniz istedim!

Yazının tamamını okuyun »

Kekik kokulu çayırlar


Zelin Artuğ

Islak çimenler üzerinde çıplak ayaklarla yürüdün mü hiç?

Yağmur yağmış. Sabahın ilk ışıklarıyla, ışık bilyeleri yuvarlanıyor,  geceden yıkanmış yaprakların üstünde. Yaprağın ucunda bir damla, kararsız beklemekte. Orada öylece kalıp sabah güneşinin tadını mı çıkarsın, yoksa yavaşça çimenlere yuvarlanıp, oradan da toprağa mı ulaşsın?

Yazının tamamını okuyun »

Hidalgo


Zelin Artuğ

Hidalgo’yu hiç durmamanın güzelliğine bağlamış, koşturup duruyorum dağ bayır.. ne çöl kaldı geçmedik, ne bozkır.. ne de deniz kıyıları..  Yoruldu Hidalgo..  Yorgunluk nedir bilmeyen Hidalgo, yoruldu..

Yazının tamamını okuyun »

Moha Souag : İblis


Hakan Şahin

iblis_20088211910“Dudaklarının arasında çok içten, çok çoşkulu ve özellikle açık seçik bir dua mırıldandı:
-Ah! Bütün cinler emrinde olsaydı, ruhumu koyu karanlıkların sultanı İblis’e verirdim.
Dileği hemen kabul edildi.” (1)

Dünyaya hükmetmek için böylesine olağan dışı bir güce sahip olabilseniz, bu gücü nasıl kullanmayı tercih ederdiniz?

İblis, bu gücü ancak bazı şartları yerine getirirseniz size verecektir. Yıkım ve savaş; tek hedefiniz bunlar olacak, kötülüğün tüm yollarını herkese göstereceksiniz. Yazının tamamını okuyun »

Kriz


Zelin Artuğ

Kriz… Herkesin dilinde bu sözcük. İşçiler, küçük esnaf, pazarcı, küçük ya da büyük işletme sahipleri, kocalarından harçlıklı pazara giden ev kadınları, babasından harçlıklı öğrenciler, en çok da kışın ortasında işinden atılan işsizler… Herkes krizde! Ne olacak peki? İnsanlar ne yiyip içecek? Nasıl sürdürecekler hayatlarını? Çocuklar nasıl gidecekler okullarına?  Nasıl çorba kaynayacak evlerde? Kredi kartı borçları nasıl ödenecek? Nasıl avukat tutacaklar hukuksal işlerini çözmek için?

Yazının tamamını okuyun »

Mavi düşlerim


Zelin Artuğ

Mavi ışığını yak.
Masmavi bir aydınlık sarsın çevreni..
Masmavi aydınlık düşlerinin ışığını hiç söndürme!.. Sen ki o aydınlıkta mavi şiirler, öyküler yazdın, mavi düşler kurdun. Maviyi yaşadın, yaşattın bize de…
O çok sevdiğin maviyle boya gökyüzünü, denizi, çayı, ırmağı…
Mavi, senin dünyan. Sen maviyle doğmuş, maviyle yaşamış, yaşatmışsın.
Masmavi geçmişini aklında tutanlardansın. Gemilerle her gece, sen de uzaklardan dönenlerdensin. Ben de ebruliyim diyorsun ya! Ebruli bir mavi renk çağrıştırıyorsun bana sen. Hem ebruli, hem mavi…
Kim bilir, ne kadar huzur veriyorsundur çevrene… Çevrendekilerle birlikte seni düşlüyorum. Neden bilmem! Maviye boyanıyor düşlerim. Mavi bir ışık sızıyor pencerelerden. Pencerede sen ve yakınların, mavi bir sohbete koyulmuşsunuz.
Sen, sol yandaki olmalısın. Hani şu pencereye doğru dallarını uzatan sarmaşığın ardındaki…
Şimdi sen yol arkadaşlarınla olmak, yeni yerler keşfetmek, yeni denizlere yelken açmak istiyorsun. Belki bir düşler sokağına rastlamak… Eski yol arkadaşlarınla düşler sokağında rastlaşmak… Onlarla el ele verip, bambaşka diyarlarda, bambaşka hayatlar bulmak istiyorsun.
Kapa gözlerini şimdi…
Gözlerini açabilirsin…
Biz buradayız!

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)

Dantel Kafe


Zelin Artuğ

Bazı içkili eğlence yerleri vardır. Yok, damsız girilmez,  kravatsız girilmez, smokinsiz girilmez, fino köpeği olmayanlar giremez, yok topuklu pabuçsuz girilmez, abiye olmayanlar giremez, çok fonksiyonlu cep telefonu olmayanlar, şurasına burasına piercing taktırmayanlar, estetiksiz olanlar, silikonsuz olanlar, sırt dekoltesi olmayanlar giremez. Yok, otobüsle yolculuk edenler giremez, marka giyinmeyenler giremez, saç ektirmeyenler, solaryuma girmeyenler, adi jöle kullananlar, imitasyon mücevher takanlar giremez…

Sayın bakanın, sayın milletvekilinin yakını olmayanlar, bar açılışına çelenk göndermeyenler, evinde hizmetçi çalıştırmayanlar, çocuğuna gitar, piyano dersi aldırmayanlar, İngiltere’de yaz okuluna gitmeyenler, emekçiden tanıdığı olanlar giremez!

Şimdi bu mekânlara bir de kafeler eklendi. “Dantel Kafe’ler… Bu kafelere gidip şöyle biraz soluklanmak istediğinizde kapıyı bekleyen korumalarla burun buruna geliyorsunuz. Sizi öyle hemen içeri alacaklarını sanıyorsanız, aldanıyorsunuz.

Önce kapıda beklemeniz gerekir. Öyle birkaç saat beklemekle içeri alınacağınızı sanmayın hiç. Bir, iki, bazen üç gün beklemeniz gerekiyor kapıda. Bütün bilgileriniz kontrol ediliyor içeride. En çok da ne kadar “dantel” olduğunuza bakılıyor. Tam “dantel” olmasanız bile, biraz “entel” olmanız da yeterli içeri alınmanız için. Evet, “dantel” olanlar başta olmak üzere, azıcık “entel” oldunuz mu korkmayın. Siz, siz olun, sakın William Tell* olmaya kalkışmayın.

Dantel, Entel, IN;  William Tell,  OUT !

*Efsaneye göre, William Tell’in 14. yüzyıl başında İsviçre’yi Avusturya boyunduruğundan kurtarmaya yardım ettiği rivayet edilir. İsviçre’yi İmparator I. Albert adına yöneten Vali Gessler, düklük şapkasını Altdrof meydanında bir direğe astırır ve gelen herkesin bu şapkaya selam vermesini emreder. Tell, Gessler’ın şapkasını selamlamadığı için tutuklanır. Tell’in okçuluktaki ününden haberdar olan Vali, Tell’in oğlunun başına konulacak bir elmayı okla vuramaması halinde ikisini de idama çarptıracağını söyler. Tell, bu güç işi başarır ve oğlunu yaralamadan başının üstündeki elmayı ikiye böler. Fakat atışı yapmadan önce eline iki ok aldığını gören dük, bunun sebebini sorunca, Tell, ikinci oku oğlunun ölmesi halinde dükü öldürmek için kullanacağını söyler. Bunun üzerine, dük tarafından hapse mahkûm edilir ve bir kaleye gönderilir. Gemi ile nakledilirken çıkan bir fırtınadan istifade ederek kaçar ve Gessler’i bir okla öldürür.

 

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)

“Antilaikçi” dayılar, “antilaikçi” bacılar


Zelin Artuğ

Yıllardır toplumda bir kavgadır gidiyor. Laikler… laik olmayanlar… Ne demekse ?  Böyle, insanları ikiye ayıran bir söylem kullanmayı, bu sözler üzerine görüş bildirmeyi düşünmüyordum. Çok önemli bir konunun “fenerliler”, “gassaraylılar” dermiş gibi basitleştirildiğini düşündüğümden, sessiz kalmayı yeğliyordum. Ama siyasilerin ağzından inciler dökülüp dururken insanın kafası karışıyor. Dökülen incileri toplayıp, sahte mi gerçek mi anlamak için karşı konulmaz bir istek duyuyorsunuz. Bu konuda çok şey yazıldı söylendi. Günceli izleyen kişiler için bunları yeniden gündeme getirmeyi gereksiz buluyorum. Okuduk, dinledik, tartıştık. Biraz da sözlerinden ibret alınacak ustalar ne yazıp ne çizmiş, ona bakalım istiyorum.  Her sözü özdeyiş değerinde ulu çınarlarımız var. Şu üç günlük dünyadan göçüp gitse de arkalarında bir hoş seda, bir muhabbet bırakan, aklımızdan, yüreğimizden bir an bile olsa silemediğimiz, bilincimize ışık tutan aydınlarımız…

Yazının tamamını okuyun »

Belalarını halkımızdan bulsunlar


Zelin Artuğ

Yaşadığım yerde bir talandır gidiyor. Görüntü kirliliği yaratıyor diye gecekonduları yerle bir eden zihniyet, bilmem kaç katlı yapıları birbiri ardına dikerek denizin mavisini kapattığı gibi, gökyüzünün mavisini de kapatıyor. Bu çok katlı yapıların bazı dubleks son katlarını satın alan kimileri, denizin mavisi gibi gökyüzünün mavisini de özel mülkiyetlerine katmış oluyorlar. Deniz manzaralı dairelerden sonra şimdi de gökyüzü manzaralı daireler prim yapacak artık. Emlak ilanlarında “deniz gören”, “gökyüzü gören” ya da her ikisini birden gören daire ilanlarına rastlarsak şaşmayalım.

Bunları, on beş katlı bir apartmanın yedinci katındaki balkonumdan gökyüzünü görmeye çalışırken düşündüm.  Sonra aşağıya baktım. Asfalttan vızır vızır geçen arabalar… Az ötedeki evin önüne bir araba park etti. Başları türbanlı beş kadın indi arabadan. Salına salına yürüyüp apartmana girdiler. Sürücü olan kadın, elindeki arabanın anahtarını sallayıp duruyordu yürürken. Önemli bir toplantıya yetişecekmiş gibi bir halleri vardı. Kot pardösülü olanı, saatine bakıyordu. Yanlarından bir sokak köpeği geçti. İçlerinden biri, yerleri süpüren eteğinin altından ayağını köpeğe doğru salladı. Köpek korkup kaçtı. Kadınlar, apartmana girdiler.

Park alanları, yol kıyıları, hatta kaldırımlar arabayla dolu. İçeriden televizyonun sesi geliyor. Kimse izlemiyorsa kapatmak gerek. İçeri girdim, kumandayı aldım, tam kapatacakken bir haber geçti ekrandan. Konu, Key ödemeleri… Görüntülerde bir banka şubesi ve sokaklara taşan insan seli… Bir karmaşadır gidiyor. Diğer işlerde olduğu gibi, kimin eli kimin cebinde, belli değil.  Tam bir curcuna. Sokaktaki görüntüler içler acısı. Bir yanda, aylıklarından kesilen üç kuruşu geri alabilmek için banka şubelerine sel gibi akan emekçi insanlar; öte yanda, camlarında “falanca emlaktan satılık, ya da kiralık ” ilanları asılı yüzlerce boş daire…  Bir yanda, bamya konservesi görünümünde belediye otobüsleri; öte yanda, içlerinde bir iki kişiden fazla insan bulunmayan, trafiğin felç olmasına neden olan özel araçlar! İçim daraldı. Balkona da güneş gelince, girdim içeri. Kitaplıktan bir kitap alıp, kanepeme uzandım. Ruhsatî. Bir halk ozanı…

” Hele bir düşün ki gözümün nuru/ Bu kadar parayı sana kim verdi/ Bağzı fukaraya bulma kusuru/ Mesti kundurayı sana kim verdi?

Anadan doğunca kürkün var mıydı?/ Üryân gelmedin mi börkün var mıydı?/ Torba torba mecidiyen var mıydı?/ Tükenmez parayı sana kim verdi?

Kuş tüyü döşekte yattın uzandın / Haftada bir çeşit geydin özendin/ Aferin aklına sen mi kazandın/ Şu tompu tarlayı sana kim verdi?

Dinle Ruhsatî’yi ne deyem sana / Sana bir öğüttür sanma ki çene/ Çalışmayla verse verirdi bana/ Bu köşkü, sarayı sana kim verdi ?”

Öteden beri tuzu kuruların sığındığı bir söz vardır: “Çalışana Allah verir.” Demek günde sekiz değil, on değil, on iki saat çalışan bir işçi, Allah katında tembel sayılıyor. Demek şu çok büyük alışveriş yerlerinin sahipleri, demek gökyüzünün ve denizin mavisini el çabukluğuyla cebe indirenler, günde en az,  1200 saat çalışıyorlar! 24 saatte 1200 saat olur mu?  Olur. İnsan ömrünün ortalama 70 yıl olduğu bir dünyada insanlara beş yüz bilmem kaç yıl hapis cezası verilebiliyorsa, günün yirmi dört saat olduğu dünya coğrafyasında, bunca varlığa, günde 1200 saat çalışmak bile az gelir.

Bilgisayarın başına geçip haberlere bakıyorum. Son haberler daha da içimi karartıyor. CD çalara rasgele bir CD takıyorum. Gözlerimi kapatıp eskilere gidiyorum. Yatılı okulda, mutfak nöbetçisi olduğumuzda, gözlerimizden yaşlar gelerek soğan, pırasa soyduğumuz günlere geri dönüyorum. Bayram tatillerinde,  küçücük ellerim soğuktan kıpkırmızı olmuş halde evimizin kapısını çalışım, her defasında annemin gözünün yaşını saklayarak beni karşılaması, elimi yüzümü yıkayıp sobada biraz ısındıktan sonra “Derslerin nasıl?” diye sormadan önce, “Aç mısın? ” diye sorması…

Köy Enstitülerinden sonra Öğretmen Okulları da battı gericiliğin gözüne! Bir Anadolu Lisesi modası sardı, yurdun dört bir yanını.  Daha üç günlük ABD, binlerce yıllık Anadolu’ya, önce tıpkı zehirli bir yılan gibi “diliyle” sokuldu. Gençlikten başlayarak zehrini yavaş yavaş bütün topluma akıttı. Şimdi bu sayede herkes biraz İngilizce konuşuyor (!) “Cool ” oluyorlar…”damar hits” müzik dinleyip, saçlarını dimdik jöleliyor, ‘plaza’ larda full olay çıkarıyorlar, “Mc Donnalds”da, kendilerine benzeyen “First Lady” leriyle ya da “boyfriend”leriyle buluşuyorlar. Kızların içinde hem düşük pantolonlu, hem türbanlı “first lady”ler de görmek mümkün artık.

Ülkemin gençliği nereye gidiyor böyle? Bir yanda, yüzme havuzlu siteler, öte yanda, kaldırımlarda yatan sokak çocukları… Bir yanda, okullarda elli, altmış, seksen kişilik sınıflar ve aldığı aylıkla kirasını bile ödeyemeyen öğretmenler; öte yanda, oturduğu yerde camiye para toplayıp şimdiden hem bu dünyayı hem de “öte dünya”yı garanti altına alan fırsatçılar! Ayakta kalmak isteyen insana yalnızca iki seçenek bırakmışlar: Ya yüzsüz olacaksın, ya da ikiyüzlü!

Müziğin sesini biraz açıyorum.

“Dertli kaval derdim gibi inle dur / yüreğimin acısını sen sustur/ yanık sesinle yüreğime merhem ol/ inle kaval dertlerimi sen sustur!

Akşam olur anacığım beklerdi/ soframızı sundurmaya kurardı /”aç mısın yavrum” diye sorardı / inle kaval dertlerimi sen sustur!

Yok ettiler cümlemizi melunlar/ yok ettiler cümlesi yok olsunlar/ belalarını halkımızdan bulsunlar / inle kaval dertlerimi sen sustur!”

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)