Anasayfa Anasayfa

Sustuğun gibi yaz


Zelin Artuğ

 “Bir çift sözümüz vardı / Narçiçeği, gül dalı üstüne / Dudaklarımızda kaldı!”

(Rıfat Ilgaz)

 

Bir zamandır, insanlar olarak, yörüngesini yitirmiş bir gezegende, yolunu yitirmiş sarhoşlar gibiyiz. Nereye dönsek kafamızı sert bir yere çarpıyoruz. Kötü bir rüya olmalı… Karabasan mı demeliyim yoksa?

Bu da yetmezmiş gibi, sanki firavunlar çağına dönmüşüz de her adım atışımızda firavunun kamçılı adamları sırtımızda kamçılarını şaklatıyorlar.

Gökyüzü öyle ağır duruyor ki tepemizde, başımıza yıkıldı, yıkılacak! Tepede ufacık, dertop olmuş bir ak bulut… Hurafelerdeki aksakallı ihtiyarın aksakalı gibi… Güneşi arkasına saklamış, kimselere göstermiyor. Koskoca güneş, şu ufacık bulutun arkasına nasıl sığar, akıl sır erdiremiyoruz. Kimselere de soramıyoruz. İnsanlık, yüzyıllardır suskun! İnsan lal olmuş; ya bilmiyor, ya da bildiğini susuyor. Konuşan yalnızca, susanların değilse de susturulanların, sustuğu gibi yazanların kalemi!

Sakaldan bir tutam bulut kopup, gökyüzünün kucağına düşüyor. Koca güneş ak bulutun arkasından sıyrılıp gökdelenin arkasına saklanıyor. Oysa eskiden herkes bir parça güneş görsün, bir parça ısınsın diye, ağır ağır denizlerin, bozkırların ufkuna doğru inerdi. Şimdi görünmeyen, açgözlü eller, güneşi; kirlenmiş, griye dönmüş mavinin içindeki bir tutam kalmış bulutun ardından çekip, daha yeryüzüne inmeden, gökyüzünde yalayıp yutuyor. Güneşi çalmak değil de nedir bu?

Güneşe hasret kalanlarla güneşi çalanlar arasında çok yüksek ve çok kalın duvarlar var. Çin İmparatoru Şi Huang Ti yaptırmış bunlardan birini: Çin Seddi! Bu zalim İmparator, kendi döneminden önce yazılmış bütün kitapları da yaktırmış. Onun da her zalim imparator gibi, bir sessizlik çağı yaratmakmış meramı.

Mehmet Akif, Safahat’ta “Geçmişten adam hisse kaparmış… / Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ “Tarih”i  “tekerrür”  diye tarif ediyorlar;/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” diye eleştirmiş geçmişten ders almayanları.

Kim demiş imparatorlar, tekfurlar, firavunlar kütüphanelerin tozlu raflarındaki sararmış kitaplarda kaldı, diye! Güneşi çalanlar, güneşini çaldıkları yoksul kitlelerin ayağına pranga, bileklerine kelepçe, ağızlarına mühür vurma sevdasından hiç vazgeçmediler! Yine de susturamadılar kalemşor yüreklerin sesini…

“De ki kapattın beni sen / Üzerime yüz bin kilit / Yüz bin demirler içine / Yazılarım dışarıdadır!” (Fazıl Hüsnü Dağlarca)

Bir yanda, coğrafyanın en güzel koylarına gidip, yiyip içip güneşin tadını çıkaranlar; öte yanda izbe, güneş görmeyen, rutubetli binalarda aç biilaç hiçbir yere kıpırdayamadan ömür tüketenler…

Bir yanda yandaş kanallarda, meydanlarda sürekli konuşanlar; öte yanda küfürle, tehditle, zorbalıkla susturulanlar…

Geçmişin hesabını vermek istemeyenler “Geçmiş, geçmişte kaldı!” diye garip bir laf ederler. Oysa geçmiş her yerde… Geçmişin söyleyecek çok sözü var! Yalnızca suskun! Gelecekse yeni sözlere hazır… Şimdilik, gelecek de suskun!

Sözler yetersiz olduğunda suskunluk başlar. Sustukça düşünce çoğalır, söz birikir. Susmaya zorlanan insan, sustuklarını yazmaya, giderek susturulduğu gibi yazmaya başlar. Öyle bir an gelir ki hiçbir yere sığmaz olur susulanlar. O zaman yürek dile gelir, “Sustuğun gibi yaz!” diye fısıldar, susmaya zorlanan insana. “Sustuğun gibi yaz!”

İşte o zaman susturulan düşünce, gürül gürül akan bir ırmak gibi bendini yıkar, bir çağlayana dönüşür, sustuğu gibi yazar.

 

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)

 

428 okunma
1 Yıldız2 Yıldız3 Yıldız4 Yıldız5 Yıldız (5 oy, ortalama: 5,00 / 5)
Loading ... Loading ...

Yorum yapma kapalı.