Anasayfa Anasayfa

Yaşamı savunmaya katılmak


Zelin Artuğ

Rosa Luxemburg’un hapishaneden yazdığı mektupların her biri sanat yapıtı değerindedir. Onun doğaya, yaşama karşı yüreğinde yeşerttiği sevgi, koskoca bir dünyaya yetecek kadar büyüktür.

Bir bakmışız, pencere kıyısında açlıktan ölmek üzere bulduğu bir hamamböceğini kitabının arasında kurutmak üzere koyduğu çiçekle besleyerek canlandırmış; bir bakmışız, soğuktan donmak üzere olan bir yaban arısını nefesiyle ısıtarak yaşama döndürmüş.

Rosa, arkadaşı Sonya’ya, hapishaneden yazdığı bir mektubunda, mahkûmların gezindiği avluya, manda arabalarına yüklenmiş çuvallar dolusu kanlı asker giysisi getirildiğini, mahkûmların bu giysileri cepheye gönderilmek üzere onarıp yıkadığını yazar:

“Birkaç gün önce, çuval yüklü bir arabanın avluya girdiğini gördüm; araba öylesine yüklüydü ki, zavallı mandalar eşik taşlarını geçemiyorlardı bir türlü. Arabanın yanında yürüyen er, elindeki kamçının sapıyla hayvanları öyle bir dövmeye başladı ki, kadın mahpusların gardiyanı kendini tutamayıp askere, zavallıcıklara acıyıp acımadığını sordu. Asker acı bir gülüşle: “Biz insanlara acıyan var mı ki!” diye karşılık verdi ve hayvanları daha hızlı kamçılamaya başladı. Hayvanlar en sonunda eşiği geçmişler, ama bir tanesi kan revan içinde kalmıştı. Evet, Soniçka, kalınlığı ve sağlamlığı dillere destan manda derisi bile yarılmıştı. Araba boşaltılırken hayvanlar bitkin bir haldeydi; sırtı kanayansa önüne bakıyordu. Kara alnıyla yumuşak gözlerinde saatlerce ağlamış bir çocuk havası vardı. Tıpkı bir acının ve barbarlığın elinden nasıl kurtulacağını bilemeyen kıyasıya dövülmüş bir çocuk gibiydi…”

Rosa, bu şekilde devam eden mektubunda; Savaştan önce, Romanya steplerinde özgürce otlanıp, güneşlenen mandaların; savaşın acımasızlığıyla, hoyratlığıyla tanışmalarını anlatır. Savaşın; her şeye, herkese yetecek bir kötü yüzü olduğunu gösteren çarpıcı bir örnek…

Köylerin, kasabaların, kentlerin de canlı olduğunu düşünürüm hep. Geceleyin uyurlar. Yarı uykulu yarı uyanık bir canlıya benzerler. Taşıyla, toprağıyla, suyuyla, ormanıyla soluk alırlar. Ümüklerine basıldığında solukları kesilir. En çok da taşıyamayacakları kadar ağır yük bindirilirse tepelerine, hapishane avlusunda Rosa’nın yüreğini parçalayan; “kardeşim, gözbebeğim” dediği manda gibi bir türlü geçemezler eşiği. Bacakları titrer, gözleri kararır, ayakta zor dururlar. Tıpkı, içinde soluk almaya çalıştığımız kent gibi… Bir zamanlar şairlere ilham olmuş, hatta bir şair kenti olmuş yaralı İstanbul gibi… Şimdi bu koca kent, bu kocamış kent ayakta zor duruyor! Rosa’nın Sonya’ya yazdığı mektuptaki, savaşın acımadığı erin acımadan kırbaçladığı çaresiz hayvana benziyor. Yedi tepesi yedi göz olmuş bu koca kent, yedi gözü yedi çeşme ağlıyor. “Tıpkı bir acının ve barbarlığın elinden nasıl kurtulacağını bilemeyen kıyasıya dövülmüş bir çocuk gibi…”

Birileri bir yerlerde durmadan, dinlenmeden savaşıyor, savaşın şu ya da bu şekilde yaraladığı insanlar soluğu İstanbul’da alıyor! İstanbul, bunca yükü tek başına taşır mı taşıyamaz mı kimin umurunda?

İstanbullu mahpus, İstanbullu dört duvar arasına sıkışmış! Savaşların kanlı yükü de İstanbul’un sırtında… Mülteciler akın akın gelip, kentin her köşesine yayılmışlar. Rantçılar, uyuşturucu baronları tutmuş köşe başlarını. Sur diplerinde, köprü altlarında sokağa terk edilmiş çocuklar… Yol kıyılarında müşteri bekleyen, bedenlerinden öte ekmek parasına çevirecekleri hiçbir şeyleri olmayan hayat kadınları, eşcinseller… İnsanlara korku salma memurları gibi, Ortaçağ’ın karanlıklarından fırlayıp gelmiş, eteklerini savurarak ortalıkta dolaşan sarıklı, cübbeli adamlar… Kimliğini yitirmiş ya da hiç kimliği olmamış, kimliği olmayı kimlik kartı olmakla bir tutan köle ruhlu kadınlar…

İstanbul’dan bu kanlı, bu kirli yükü onarması bekleniyor. Akın akın savaş yükü geliyor İstanbul’a! İstanbul, taşıyamıyor bu yükü. İstanbullu taşıyamıyor.

Bedri Rahmi’nin “gümüş gümüş balıkları pul pul, ışıktan sudan örülmüş canım İstanbul”unun yerinde, Marmara’yı kirleten müsilajın içinde can vermiş balıklarıyla, sanayi artıklarından, zehirli gazlardan hasta düşmüş bir İstanbul var şimdi.

Bedri Rahmi görmemiş İstanbul’un bu hasta hallerini. 1975’te veda etmiş sevenlerine.

İlhan Berk, biraz daha tanık olmuş bu güzel kentin çilesine. 2008’e kadar izlemiş kocamış kentin ite kopuğa maskara oluşunu! İçimizi titreten dizeler bırakmış:

“İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul’dasın /Havada kaçan bulutların hışırtısı/ Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor/ Yenicami, Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler/ Hiç kımıldamıyorlar/ Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor.”

Rosa, savaş boyunca, savaş karşıtı olduğu için, vatan haini olduğu gerekçesiyle hapislerde yattı. Savaşlardan beslenenler, kişisel çıkarları için bütün yaşam alanlarımızı mahpushaneye çevirenler, sevmezler barıştan yana olanları!

İnsan, “tarifsiz kederler içinde” olsa bile Orhan Veli gibi  “Urumelihisarı’na oturup bir türkü tutturmak” istiyor ara sıra.

 Özellikle de ustanın “(…)Bir yer var, biliyorum/ Her şeyi söylemek mümkün/ Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum/ Anlatamıyorum…” dizelerini özümseyerek; anlatmak istediğimiz onca şey varken ve anlatamıyorken…

Anlatabilmekten öte, keşke adına ‘yaşam’ denen bu karmaşayı çözüp anlayabilseydik, dünyanın bütün halkları olarak; tek ses, tek nefes olup katılabilirdik yaşamı savunmaya!

Romen yazar Panait Istrati, bilmediğini bilen filozof gibi, “insanın, anlayışı en kıt canlı” olduğunu anlayabilen ve bunu cesurca itiraf edebilen biri;

“İnsan olmak ve hayatı hayvanlardan daha az anlamak ne hazin şey.”

Dünya karmaşasında, yaşamı her yönüyle anlamaya çalışan, bu dünyanın bütün canlılara ait olduğu bilinciyle yaşamı savunmaya katılan güzel insanlara selam olsun!

 

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)

436 okunma
1 Yıldız2 Yıldız3 Yıldız4 Yıldız5 Yıldız (5 oy, ortalama: 5,00 / 5)
Loading ... Loading ...

Yorum yapma kapalı.