Yazıdan kanatlar
Zelin Artuğ
André Gide “Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır” diyor. Ölümlü biri anılarını yazar ve ölümün elinden kendi yaşamına dair bir şeyler kurtarır. Biraz daha zorlayacak olursak, kalemini dokundurduğu başka ölümlülerin yaşamından da… Tıpkı yangından kurtarılanlar gibi… Bazen canlı, bazen cansız… Yanan her neyse… Ev, okul, fabrika, yurt, dağ, orman… Yandı bitti kül oldu.
Orman yandı mıydı vay başımıza gelenler! Sayısız orman ağacı, sayısız orman hayvanıyla o coğrafyanın ciğerleri yanar!
Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaksa, kalemi boş bırakıp, susulanları, düşünülenleri kâğıda aktarmak, ölümün elinden yaşamın bütününü kurtarmak olabilir. Söz uçar, yazı baki kalır demelerinin bir nedeni olmalı.
Sait Faik yazmaya tutkun biriydi. Kendisi ölümlü, yazdıkları ölümsüz… “Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum, öptüm. Yazmasam deli olacaktım!” derken, çok samimiydi. O, sıradan biriydi. Öykü kahramanları, sıradan insanlardı. Konuları, öykü mekânları sıradandı. Belki de bu sıradanlıktı onu ölümsüzlerin arasına katan.
…
Halkların sınıf bilinciyle davranmamaları için ne gerekiyorsa yapıyorlar. En büyük silahları da din ve milliyet… Dinler, özgür düşünmeyi, mantık yürütmeyi, felsefeyi, dogmaların içine hapsedilmemiş bir yaşamı reddeder. Milliyetçilik, kendini en üstün ırk kabul etme yanılgısına götürür. İnsan, yaşamak için mümkün olan en kolay yolu seçer. Yaşamasının önünde zorluk yaratmıyorsa, bir yolun doğru ya da yanlış olması ikincil bir sorundur. İnsanın bu yönünü Alfred de Vigny “Halk bilgisizliği sever” diye saptamış.
Genelde canlıyı, özelde insanı hafife alan daha bir dolu iç karartıcı şey söylenebilir. Ama tüm canlılar en çok eşitliği sever aslında, eşitliğe âşıktır. Eşitlik, özgecilikle bencilliğin ideal karışımıdır. Sonsuz huzurun ön koşuludur. “Elle gelen düğün bayram” sözü, insanın geçmişten geleceğe bu sönmeyen eşitlik hasretini dile getirir.
Maurice Nadeau “Çağını yansıtıyor diye yazara kızılır mı? Sismografa, barometreye kızmaya benzer bu” der. Her insan, kendini bütün ortaya koyuş biçimleriyle, içinde yaşadığı koşulların eseridir. Her insan, içinde yaşadığı koşulları yansıtır.
Tamam. Çağını yansıtan, bir bakıma çağının tanıklığını yapan yazara kızmayalım. Bütün sorunlar çözülmüş oluyor mu böyle? ‘Bilgisizliği seven halk’ın göremediğini ‘yazar’ görmüş oldu. Sismograf depremi bütün ayrıntılarıyla saptamış oldu. Deprem engellenmiş oluyor mu böyle?
Sorun büyük! Çağını yansıtmak, çağının tanığı olmak yetmiyor yazara. Çağının sanığı olan, ömrünü demir parmaklıklar arkasında geçiren yazar ve şairler de var. Boşu boşuna harcanan canlar… Yitip giden hayatlar… İçerde… dışarda…
Böylesi karanlıklarda kalmış coğrafyalar sanatçıyı, sanatı, yazarı, kitapları reddeder! Öyle ki reddedilmekten, sanatçı sanatını, yazar yapıtını yaratmaya fırsat bulamaz.
Anılar önemlidir. Yaşayan başka insanlara ışık tutar. Birer tarihtir anılar. Ama daha fazlası gerekiyor insanlık için! Ölümün elinden bir şeyler kurtarmakla yetinmemeli! İnsanı, bitkisi, hayvanıyla bütün doğayı; kısaca yaşamın ta kendisini kurtarmak gerek.
Öyle büyük büyük laflara da gerek yok. Yüzyıllardır insanlar arasında oynanan körebe oyununa son vermek yeterli. Birilerinin gözlerini bağlayıp, hep birilerinin yerine görme sevdasından vazgeçmek… Kimsenin üç maymunu ya da körebeyi oynamadığı bir dünyada, herkese bütün güzellikleri görebileceği bir ortam yaratmak…
Karanlık odaların kalın perdelerini açıp, sağlıksız ortamlara terk edilmiş insanlara güneşin doğuşunu göstermek…
En önemlisi de umut aşılamak… Her adım atmada biraz daha çoğalıp, yaşamı savunmaya hep birlikte katılmak…
Ama ille de boyun eğmeden ve yılmadan, halk düşmanlarından yaşamı kurtarmak…
Bu mücadeleyi dingin ve umut dolu bir yürekle vermek… Bir fincan kahve eşliğinde Edip Cansever’den birkaç dize anmak örneğin…
“Neyi bitiriyoruz, neyi başlatıyoruz / Neyi bekliyoruz bilmem ki / Kapı mı çalınıyor ne / Gidip açıyorum / Kimse yok / Peki / Nasıl karşılanır yok olan bir şey / Karşılıyorum / Salona geçiyoruz.”
Şair yüreği bu. Kapıda kimse olması gerekmez. Belki ufak bir sabah esintisiydi kapıdan giren. Bir sabah esintisiyle karşılıklı kahve içmek kim bilir ne güzeldir!
Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)
447 okunma