Sarının her tonu
Zelin Artuğ
Bulutlar bir varmış bir yok olmuş. Tıpkı masallardaki gibi… Açgözlü peri padişahı savurmuş oltasını sarayının balkonundan, toplamış çekmiş güzelim bulutları sarayına. Tan aydınlığının kızıla, okyanusların maviye boyadığı bulutlarla binlerce yıl göğün derinliklerinde pupa yelken dolaşan saçı sakalı ağarmış ak bulutları zindanlara atmış.
Koşmuş gelmiş dalkavukları yanına. Kapkara bulutlar üflemişler gökyüzüne. Gökyüzü kapkara bulutlarla kaplanmış. Güneş, kara bulutların ardında kalmış.
Canlılar üşümüş, her biri sığınacak bir yer aramış. Ekinler solmuş, sebzeler, meyveler kurumuş. Kıtlık başlamış. Önce uyuşmuş bedenler, sonra canlıların her biri derin bir uykuya dalmış.
Sonsuza kadar kim tutabilir ki bulutları zindanda? Önce kızıl bulutlar sıyrılmış demir parmaklıklardan. Ak, pembe, mavi bulutlar birbirine tutunup düşmüşler güneşin kızıla boyadığı bulutların ardına. Gökyüzünü bir baştan öte başa dolanmışlar. Yerküreye yüzlerini gösterebilmek için kara bulutların arasında bir gedik aramışlar.
Kara bulutlar zalim… Köyleri, kasabaları, kentleri sellerin altında bırakmadan terk etmemişler gökleri. Sonunda, toparlanıp gitmişler, artık yaşlanmış peri padişahının sarayına. Veliahtlar yetiştirmek üzere sarayda yerlerini almışlar. Zamanı geldiğinde, bunlardan en zalimi tahta oturacak, ötekiler boğdurulup kör kuyulara atılacakmış.
…
Kara bulutlar saraya geri dönerken, kızıl, ak, mavi, pembe bulutlar, kara bulutların arasından sıyrılıp, güneşten demet demet ışık toplamış, hasta yeryüzünü ziyarete gelmişler.
Peri padişahı, hasta yatağında ölümünü beklerken, yeryüzü, zamanla sarmış yaralarını. Yine de fırtınaların, art arda yaşanan felaketlerin yarattığı kargaşayı bir anda önlemek pek kolay olmamış.
…
Ortalık toparlanadursun, ürkek serçeler, bir yiyecek kırıntısı bulmak umuduyla tozlu pencere pervazlarına konmuşlar. Ne yapsınlar? Açlık, korkunun, önüne geçmiş bir kere! Ağaçlar da serçeler kadar ürkek ve korunmasız… Kuru yapraklı dallarıyla, kavruk gövdeleriyle acınası, suskun, ürkek…
Yeryüzü kargaşasında dünya bir toz bulutuna bulanmış. Sarının bütün tonlarıyla bir toz bulutu…
Vidası gevşemiş, çivileri çıkmış, kırık dökük tahta bir sandalyede oturan yaşlı bir adam… Elleri, yüzü sapsarı… Hastalıktan mı yoksa yaşlılıktan mı bilinmez. Belki de yalnızca hayatın örselemesindendir. Elinde bir anahtarlık, tahta masaya dayamış dirseklerini, anahtarlığı elinde çevirip duruyor.
Tozlu otobüsler, minibüsler geçiyor yoldan. Aylardır yıkanmamışlar… Adam, masada ters duran kasketini alıp seyrek saçlı kafasına geçiriyor. Yerinden kalkmadan geriye doğru kaykılıp pantolonunun cebinden buruş kırış olmuş bir kâğıt para çıkarıp masanın üstüne atıyor. Sağına soluna bakınıp kalkıyor yerinden. Caddeye doğru yürüyor. Pantolonunun kıç tarafı oturmaktan incelmiş, parlamış. Kim bilir kaç zamandır aynı pantolonu giyiyor. Ağır adımlarla kalabalığa karışıyor. Kalabalık suskun… İnsanlar asık suratlı… Adam, yüzlerce kişinin arasında seçilmez oluyor. Kalabalıktaki her insan biraz öyle… Kimse seçilir değil!
Caddeden geçen taşıtların arasında bir at arabası… Yüz yıl öncesiyle, yüz yıl sonrası sarmaş dolaş! Böyle bir at arabası yok da bir serap mı bu yoksa? Serap olması gerekmiyor. Zaten bir masal bu… Yoksa bu at arabasını kanatlı bir ‘unicorn’ mu çekiyor? Mitolojik atların ortalığı pislettiği hiç duyulmuş bir şey değil! Bu atın pisliğine serçeler konuyor. Bir mobilet ezip geçiyor at pisliklerini.
Elleri cebinde, dudaklarında ıslıkla “Bu gala daşlı gala” türküsü, elinde ustasının sipariş ettiği dürüm ayran poşetiyle kaldırımda yürüyen cılız oto tamircisi gökyüzüne bakıyor. Burnuna düşen damlanın yeni bir tufanın habercisi olup olmadığını anlamak istiyor.
Hava serin… Ürpertici, üstelik… Bir küme kara bulut, peri padişahının sarayından kaçıp serin havayı izlemek üzere locasına yerleşiyor.
Açık mavi boyaları yer yer dökülmüş tahta masalardan birine iri bir yağmur damlası düşüyor. Uzaktan yeryüzünü izleyen kara bulut, şansını deniyor. Damla, sınırlarını genişletip incelerek yayılıyor masanın yüzeyine. Bir karasinek, ok gibi alçalıp, yine ok gibi yükseliyor yağmur damlası üzerinde. Kara buluta kafa tutuyor. “Sen kara, ben kara… Burada ikimize ekmek yok! Çek git efendinin sarayına!” diyor vızıldayarak.
Kara bulut kümesi locasından çıkıp yeryüzüne alçalıyor, alçalıyor… Sonra, masal bu ya, karasineğin hışmından korkup yön değiştiriyor. Tepelerin ardına saklanıyor.
Meydan, yine sarının kirli tonlarına kalıyor. Uzaklarda kirli sarı, arabesk ezgiler… Giyim kuşamlarıyla, konuşma tarzlarıyla yeni moda bir grup genç, aldanmışlığın sisleri arasında yitip gidiyor sokağın derinliklerinde.
Günü gününe yaşayan insanlar güz yaprakları gibi dallarından kopmuş, dört bir yana dağılmışlar.
Kirli sarının girdabında insanın serçe, serçenin sinek kadar değeri yok!
Yaşamı kirli sarıya boyayan, ne masaldaki zalim peri padişahı, ne de yeryüzü felaketleri… Yaşamı kirli sarıya boyayan bir tek şey var…
Okunmayan kitapların tozu!
Oysa sarı çok güzeldir. Güneşin rengidir. Hayattır.
Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)
444 okunma