Kurumuş bir ağaç gövdesi
Zelin Artuğ
Toprağın yüzü ılıdı. Sular ılık akmaya başladı dere yataklarında. Yüreğine kor düşmüş sevdalıların özlemi arttı baharla. İlkyazın peşinden sürüklediği karlar eridi. Sokak kapılarıyla bahçe kapıları aralandı. Saksı çiçekleri boy attı. Çocuk sesleri yankılandı sokaklarda. Doğa dirildi. Uykusunu almış canlılar birer birer ortaya çıktılar. Rüzgârın öfkesi yatıştı. İlkyaz geldi.
Öfkesi yatışmayan bir, Halil vardı. Kocayıp da kesilmiş, kuru gövdesi çitin yanına devrilmiş ağaç kütüğünün üzerine oturmuş, çakıyla kütüğün üstüne adını kazımaktaydı. Belki on tane ‘Halil’ kazımıştı gövdeye.
“Boşayacam ben bu karıyı!” diye söylendi. Akşamdan beri belki elli kez söylemişti bu sözü. Yalnız bu defa içinden değil, sesli söylemişti. Duyan olmuş mudur diye sağına soluna bakındı. Samanlığın yanında dikilmiş, meraklı gözlerle kendisine bakan Sermet’i gördü. Sermet, emmioğlu Cemal’in büyük oğluydu. On dördünde, bıyıkları yeni terlemiş bir oğlandı. Yeniyetme olmasına karşın, sırık gibi boyu vardı. Samanlığın kapısında öylece dikilmiş, acımalı gözlerle emmisine bakıyordu. Emmioğlu Cemal’in çocukları ‘emmi’ derlerdi Halil’e.
Halil, bu bakışlardan nem kaptı.
“Ne bakıyon len? Heç mi görmedin?” diye azarladı oğlanı.
Sermet, usulca samanlığın köşesini döndü, gözden kayboldu. Halil, oğlanın ardından sövdü. Sarma cıgarasından bir nefes çekti. Ağzına bulaşan tütünü hışımla yere tükürdü.
Kalktı. Köyün yanı başından geçen asfalt yola doğru yürüdü. Yoldan hızla geçip giden taşıtlara baktı. Kamyonlardan birinin kasasına atlayıp gitmeyi, bir daha köye hiç dönmemeyi düşledi. Gittiği yerlerde Halil’i tanıyıp ona acımalı gözlerle bakan kimse olmazdı en azından. Utancını da beraberinde götürecek değildi ya! Peki ya geride kalanlar? Onlar bilmeyecek miydi Halil’in neden kaçtığını? Yaşadıkça, içindeki fırtına dinmeyecekti. Bunun tek sorumlusu, on altı yıldır aynı yastığa baş koyduğu Cemile karısıydı. Onu nikâhına aldığından beri it sürüsü gibi çocuk doğurmuş, içlerinden biri bile Halil’in göğsünü kabartmamıştı. Halil, bunca yılı bir oğlan, bir oğlan çocuk umuduyla tüketmişti. Konu komşuyu, en başta da anasını dinleyecekti. İki kızdan sonra boşayacaktı Cemile’yi. Anası da, konu komşu da kötülüğünü istememişti ki Halil’in. En büyük hatayı Cemile kadına inanmakla yapmıştı Halil.
“Gurbanın olam Halil, bu son olsun…” diye her defasında kandırmıştı Halil’i.
Bıldır, hasat sonu, söz vermişti Halil’e. Bu defa oğlan doğuracaktı. Kadın kısmının sözüne kanılır mı? Sekiz kız yetmezmiş gibi, dokuzuncu kızı da dert etmişti Halil’in başına.
…
Önceki gece, köyün ebesi Atiye Kadın evden başı önünde çıkıp, Halil’e muştu yerine kötü haberi vermişti. Zaten Atiye Kadın’ın söylemesine gerek yoktu. Çocuğun viyaklamasından yine kız olduğunu anlamıştı Halil. Kedi viyaklaması gibi ağlıyordu bebe. Oğlan çocuğunun sesi böyle mi olurdu! Emmioğlunun çocuklarından biliyordu. Oğlan çocuk, doğar doğmaz, borazan gibi çıkardı sesi. Cemal, iki lafın birinde: “Erkek adamın erkek oğlu olur!” diye kasıldıkça, Halil’in uykuları kaçar; uyuduğunda da karabasanlar basardı. Utancından, köylünün yüzüne bakamaz olmuştu.
“Len Halil, senin ocağın tütmez bundan gayrı!” dediklerinde, boğazına bir şeyler düğümleniyor, köşe bucak, kaçacak yer arıyordu. Bütün umutları bu son çocukta toplanmıştı. Başka çıkar yol yoktu. Boşayacaktı Cemile’yi. Boşamasa da kuma getirecekti üstüne. En doğal hakkıydı bu. Kimse onun kadar sabırlı olamazdı.
…
İyi, güzel de… Dokuz çocuklu adama kim kız verirdi? Geç kalmıştı! Çok önceden yapacaktı bunu. Köylünün gözü iyice açılmıştı. Radyo, televizyon, teyp derken… Şimdi de herkesin elinde bir cep telefonu… Burnu büyümesin mi köylünün?
Kızlar, köy delikanlılarını beğenmiyorlardı. Dikiş kurslarına gidip şehirli avratlar gibi giyinir olmuşlardı. Çalımlarından yanlarına yanaşılmıyordu. Hangisi varırdı Halil’e? Mobilyasız eve gelin giden kız kalmamıştı köyde. Eskiden halı, koltuk, çamaşır makinesi mi vardı? Hadi onlardan geçtik, çamaşır kurutma makinesi istemek de ne oluyor? Köy yerinde, at çamaşırı darabaya, çite, kurusun! Kilimle hasır, bir de yer döşeği… Halil’le Cemile bunlarla evlenmişlerdi. Cemile’ye çamaşır makinesi alsaydı, oğlan doğuracaktı sanki! “İyi ki de almamışım” diye düşündü. Sonra bir an, düşündüklerinden kendi de utandı. Ona bir oğlan doğuramamıştı ama çok cefakârdı Cemile. Onu boşasa bile evden yollamayacak, böylece köylünün gözünde itibarı da artacaktı. “Çok yüce gönüllüymüş bu Halil!” diyeceklerdi.
…
Büyük kızı Seniha’yı istemeye gelenlere kendisi de ağır şartlar koşmuştu. Elbet isteyecekti. Onca yıl boğazlarına bakmıştı bu kızların. Başlıksız mı verecekti?
Ne var ki Seniha’yı isteyenlerin eli dardaydı. Halil’in olmayacak istekleri karşısında boyunlarını büküp gitmişlerdi. O günden sonra Seniha durgunlaşmış, yemeden içmeden kesilmişti. Anası, kızın halinden, Mustafa’ya tutkun olduğunu anlamıştı. Halil’i yatakta dürtmüş:
“Bak hele! Bu kız Mustafa’ya tutkun mu ki?” diye sormuştu. Halil çok içerlemişti bu soruya:
“Başlatma şimdi Mustafa’sından da tutkunluğundan da! Bacak kadar velet ne anlarmış tutkun olmaktan? Sen de çanak tutup, benim tepemi attırma!” diye yorganı başına çekmişti.
Mustafa’nın eli nasıl darda olmasın? Almanya’da çalışan ağabeyi Haydar trafik kazasında ölünce, Mürvet yengesiyle iki yeğeni de Mustafa’nın başına kalmıştı. Beceriksizliklerinden tazminat falan da alamamışlardı. Haydar, zaten hayırsızın biriydi. Almanya’da para da tutamamış, kazandığını yemişti. İyi ki de yemişti. Yemeseydi de hepsini Mürvet Kadın’a mı yollasaydı? Öldükten sonra mezar taşını altından mı yaptıracaktı Mürvet? İtin birine varıp, Haydar’ın kazandığını ona yedirecekti. Ömür boyu dul duracak değildi ya! Elbet varacaktı birine. E l b e t v a r a c a k t ı!
Tam da böyle düşünürken Halil’in gözleri ışıdı. Kendi kendine söylendi: “Elbet varacak birine! Elbet… Bu biri, ben olamaz mıyım ki?”
…
Ürünler boy verdi. Toprak kızıştı. Sular azaldı dere yataklarında. Güneş kor olup toprağın yüzüne düştü. Halil’in yüreğine düşen kor da büyüyüp çoğaldı günden güne… Bir kor ki yeryüzünün bütün sevdalarına bedel! Oğul tutkusu, günbegün kıskıvrak bağladı Halil’i. Yaşlanıyordu artık. Bir oğlu olsaydı, çifti çubuğu oğluna devreder, çekilirdi köşesine. Öteki oğul babaları gibi, yaşlılığın saltanatını sürerdi. Çok şey istemiyordu Halil. Bir oğlu olsa yeterdi.
Anlaşılmıştı gayrı. Cemile’de iş yoktu. Halil’e dokuz kız doğurmuş, bir tek oğul doğuramamıştı. Çocuksuz kadın, çiçeksiz ağaçtı. Oğlan doğuramayan kadın da meyvesiz ağaç… Meyvesiz ağaç gölge yapmaktan başka neydi ki?
Yine de Halil, Cemile’yi başından defedecek kadar acımasız değildi. Neme lazım, hamarat, eli çabuk, becerikli kadındı Cemile. Allah için, tarlada, bağda bahçede, bostanda durmadan çalışırdı. İki gün lohusa yatar, üçüncü gün bebesini sırtına sarıp tarlanın yolunu tutardı.
Halil gece yarısı köy kahvesinden her döndüğünde çamaşırları yıkanmış, inekleri sağılmış, damı kürünmüş, ekmeği akşamdan fırına atılmış bulurdu. Üstelik bir gün bile yakındığını duymamıştı Cemile’nin.
Kızlar sırası geldikçe uçup gidecekti baba evinden. Hepsini everdikten sonra işe güce insan gerekmeyecek miydi? Hem Halil evlenip de oğlunun anasıyla tarlaya gittiğinde oğlana kim bakacaktı? Ya da oğlana anası bakarken tarlaya kim gidecekti? Oğlanı da kız bebe gibi kundağa beleyip, güneşin altına, tarlaya eletemezlerdi her halde!
Cemile de oğlan çocuğa hasretti. İyi bakardı Halil’in oğluna. Beklediği gün elbet gelecekti Halil’in. Fırsatı iyi kollamak gerekiyordu. Elbet Halil’in de yüzü gülecekti bir gün. Kasıla kasıla dolaşacaktı köy yerinde.
“Len Halil, senin ocağın tütmez bundan kelli!” diyenlerin, utançlarından af dilemeye bile dilleri varmayacaktı.
Oğluna babasının adını koyacaktı Halil. Rahmetli babası Musa, ölmeden önce böyle istemişti. Oğlunun adı da Musa olacaktı. Musa… Musa… Musa… Halil, gece gündüz bu adı sayıklar olmuştu artık.
…
Tarlalarda ekinler yaldızlandı. Başakları sütlü buğday taneleri doldurdu. Cümle köylü, tarlalara akın etti. Yağmurlar başlamadan ekini harmana atma yarışına girdiler. Köy delikanlıları, sevdiklerine bir an önce kavuşabilmek için tırpanlarına daha bir sıkı sarıldılar. Harman sonu, düğün dernek demekti.
Halil’in büyük kızı Seniha’yla yavuklusu Mustafa, kıyıda bucakta buluşmalarını sürdürdüler.
Harman sonu, köylünün soluk almaya fırsat bulduğu günlerden birinde Seniha, bohçasını alıp Mustafa’ya kaçıverdi. Kızın anası Cemile, dizlerini döve döve çürüttü. Halil, öfkeden kudurdu. Bunca yıldır, beş kuruş başlık parası almadan, çulsuzun birine kaçıp gidiversin diye mi beslemişti bu kızı? Çifteyi kaptığı gibi, Mustafaların kapısına dayandı:
“Çıkın ulan dışarı! Topunuzu gebertmezsem kazıtırım lan bu bıyıkları!” diye naralar attı.
Mustafa’nın ilkokulun dördüncü sınıfında okuyan yeğenini arka odanın penceresinden aşırtıp, muhtara haber saldılar. Muhtar geldi. Halil’i yatıştırmaya çalıştı:
“Etme eyleme yiğenim, aklına mukayyet ol! Gel, şöyle oturup sakince gonuşalım. Bu işi datlıya bağlayalım. Hele sen bi yol gonuşmaya, anlaşmaya he de!”
Muhtar epeyce dil döktükten sonra Halil’i konuşup anlaşmaya razı etti. Halil’in kapısının önüne geldiklerinde Halil elindeki çifteyi yere atıp, kapının önüne devirdiği ağaç kütüğünün üzerine çöktü. Yatışıp duruldu. Halil’i yatıştıran, muhtar değil; beyninin orta yerine gelip çöreklenen düşünceydi. Sözü uzatmadan, muhtara içini açtı:
“Bak muhtar emmi… Şimdi beni eyi dinle! Olan oldu! Kuş yuvadan uçtu bir kez. Kızın yaşı küçük. Ya Mustafa’yı cendermeye yakalattırırım, ya da kızın yerine, Mustafa’nın dul yengesi Mürvet’i kendime imam nikâhıynan alırım. Bana bir oğlan doğurursa, benim karıyı boşar, Mürvet’i nikâhıma alırım. Son sözüm budur. Var git, Mustafa’ya dediklerimi ilet!”
Muhtar, Halil’in dediklerini Mustafa’nın babasına iletti.
“Gelin, şu işe he deyin. Mürvet gız da evini barkını bilsin. Başlık da vermeycen Halil’e. Seniha gızı da takısız neyim bedavaya getirdin zati… Halil’in gözü dönmüş bi yol. Dal gibi oğlun mahpushane de mi çürüsün?”
“Doğru söylersin muhtar. İçim elvermiyor emme doğru söylersin. Mürvet gız da evini barkını bilsin!” dedi Mustafa’nın babası.
…
Kaynı mahpuslarda çürümesin, kaynanasıyla kayınbabası da ömür boyu bencilliğini yüzüne vurmasın diye, Mürvet kız da babası yaşındaki Halil’e varmaya rıza gösterdi. İki çocuğunu kaynanasına emanet edip imam nikâhıyla Cemile’ye kuma geldi.
Mürvet, kayınbabasının evinde kalan çocuklarının özlemiyle yanıp tutuşurken, Halil de günden güne bir oğul hasretiyle yanıp tutuşuyordu.
Bıldır doğurduğu bebesini sırtına sarıp tarla bostan yarışan Cemile ise, acısını içine gömüp, elinden geldiğince gözden ırak olmaya çabaladı. Geceleri kızlar döşekte birbirlerine sokulup: “Anamız gizli gizli ağlıyo!” deyip durdular.
Çamaşır yumaya gittiği dere, bağ, bahçe, bostan, tarla, dağ, taş… Cemile’nin gezindiği her karış toprak, onun yüreğine çöreklenmiş acıya tanık oldu da, bir Halil sezemedi içindeki fırtınayı. Daha doğrusu, Cemile sezdirmedi tükenmişliğini!
…
İlkyazı karşıladıklarında Mürvet’in yüklü olduğunu öğrenen Halil’in içi içine sığmaz oldu. Oğlan, diyordu; başka şey demiyordu. Kuzulayacağı gün yaklaştığında Mürvet’i de bir tasa aldı.
“Ya oğlan olmazsa!”
Yoktu o yıllarda ultrasonla cinsiyet öğrenmek falan… Ne çıkarsa bahtına! Tasalanmakta haksız değildi kadıncağız. Halil’e kız doğurmak demek, saltanatının sonu demekti. Halil onu nikâhına da almamıştı daha. Kız doğurursa, kucağında piçiyle eski kocasının baba evine yollayacaktı.
…
Beklenen gün geldi. Bütün ev halkını karabasanların bastığı bir gecenin sabahında Mürvet, Halil’e nur topu gibi bir oğlan doğurdu. Halil sevincinden çılgına döndü. Sonunda duaları kabul olmuş, oğlunu kucağına almıştı!
İlk fırsatta bir bahane yaratıp Cemile’ye bastı sopayı. O günden sonra Cemile’nin yediği sopalar birbirini izledi. Halil onu eften püften bahaneler bulup Mürvet’in göreceği biçimde, daha da kötüsü, kızlarının gözü önünde dövüyordu.
…
Cemile ağlamayı unuttu. Duygularını büsbütün yitirdi. Bir gölge oldu Halil’in ocağında. Bir can, bir boğaz için canını dişine takıp çalışır oldu. Sesi soluğu çıkmaz bir ırgat oldu. Genç yaşta kocadı, dişleri döküldü, beli büküldü.
Halil, yalan dolanla, yalancı tanıklarla Cemile’yi boşayıp Mürvet’i aldı nikâhına. Köyün içinde gezerken, cakasından yanına varılmaz oldu.
“Boşadığım karıyı kapımda tutacak kadar insaflı adamım ben!” diyordu herkese. Merhametinden kapı dışarı etmediğini söylüyordu Cemile’yi. Cemile ise dokuz bebesinin babalarına yabancı, bebelerinin babalarının kapısında, ağzı var, dili yok bir ırgat!
…
Kim bilir kaçıncı hasat zamanlarından birinde, Cemile’yi, bostan suladığı bir gecenin sabahında, pancar tarlasında ölü buldular. Köylü ölü evinde toplaşıp konuştu:
“Verilmiş sadakası varmış garibin. Kimsenin eline galmadan getti!”
“En çok da inme inmesinden gorkardı rahmetli!”
“Gurtuldu, gurtulmasına da ölmeye geç galdı garibim!”
“Nasıl da üzülürdü Halil’e oğlan doğuramadığına!”
“Gızlarının bari yüzü gülse de Cemile’nin kemikleri sızlamasa mezarında.”
“Sus gız! Doğru gonuş! Gız kısmının yüzü guler miymiş!”
Sağlığında halini hatırını sormayan köylü, Cemile’yi son yolculuğuna uğurlarken ağıtlar yakıp ağlaştı. Cenaze evinden çıkıp, komşu köydeki kınaya yetiştiler.
…
Yıllar geçti. Halil’in oğlu Musa büyüdü. “Ben köyde kalmam. Okuyup şehirde yaşayacağım!” diye tutturdu. Halil, kıyamadı oğluna. Onu büyük kentlerden birine okumaya yolladı. Okuyup büyük adam olacak, anasıyla babasını da yanına alacaktı.
Halil, sırası gelip de everdiği kızların her birinden başlık parası alıyor, hepsini biricik oğlu Musa’ya harcıyordu. Musa için canını verirdi. Mürvet de Halil’i destekliyor, Cemile’nin kızlarının adını bile anmıyordu. Hatta kızların kendileri için çeyiz hazırlamalarına bile karşı çıkıyor, her fırsatta “Kızlarının çul, çaput merakı yüzünden benim oğlum el memleketlerinde aç mı kalacak?” diye Halil’i kızlarına karşı fişekliyordu.
Gerçi Halil de Mürvet’in kayınbabasına bıraktığı oğullarının adını anmasına izin vermiyordu.
“Oğullarının yüzünü görmeye çok meraklıysan, çeker gidersin yanlarına! Musa’nın yüzünü de bir daha göremezsin!” diyordu.
…
Okul tatillerinde köye gelen Musa, köyü de köylüyü de beğenmez olmuştu. Halil’in düşlediği, hasretini çektiği oğul değildi artık o. Babasına karşı geldiği bile oluyordu. Bir defasında, Halil’in üzerine bile yürümüştü. Büsbütün değişmiş, bir hoş olmuştu şehir yerinde. Yine de oğluna tek kötü söz söyleyemiyordu Halil. O yeniden kente döndüğünde bütün hırsını oğlunun anasından alıyordu. Zaten bozuk olan ağzı, iyice bozulmuştu.
Günün birinde küfürle dayak Mürvet’in canına tak etti. Kaçıp gitti, Haydar’dan olan büyük oğlunun yanına. Bir başına kaldı Halil. Kızlarından birinin yanına gitmeyi de yediremedi kendine. Onlar istese, insan yerine koymadığı damatlar, onu yanlarında istemezdi zaten. Tek umudu, oğlu Musa’daydı.
Oralarda okuyup büyük adam olacak, babasını da yanına alacaktı. Musa kentli olmuştu artık. Elbet dönmezdi köye. Büyük adam olsun da tek köye dönmesindi oğulcuğu! Halil, kendini böyle avutuyor, soranlara da böyle söylüyordu.
Büyük kentlerde çocuk okutmak kolay değildi. Gerekirse varını yoğunu satacak, okuduğu yere kadar okutacaktı oğlanı.
…
Musa’ya büyük kentler yetmedi. Daha büyük kentler aradı. Nasıl olsa babasından oluk oluk para geliyordu.
İlk zamanlar Halil, oğlu her para istediğinde canlı mallardan birini satıyor, ya da kızların birinden aldığı başlık parasını yolluyordu Musa’ya. Sonra, tarla satmaya başladı. Sonunda bütün kaynaklar kurudu. Para yollayamaz oldu Musa’ya.
…
Musa, yetiştiği dar çevredeki şımarıklığıyla büyük kentin karmaşası arasında kalıp bocaladı. Okulu bıraktı, kötü arkadaşlar edindi. Sonunda uyuşturucu batağında buldu kendini. Bir daha köye uğramaz oldu. Ne gören oldu Musa’yı, ne duyan…
Kim bilir kaçıncı ilkyazlardan birinde, Halil’i, evinin önündeki kurumuş ağaç kütüğünün yanında ölü buldular.
Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)
726 okunma