Anasayfa Anasayfa

Karanlıktan korkanlar


Zelin Artuğ

O gece gözüne bir damla uyku girmedi Ali’nin. Ufacık yüreği büyük büyük atıyor, bütün benliğini saran heyecan fırtınasını saatin tik takları bastırıyordu.

Ali, on yaşına karşın altı yedi yaşında bir çocuk kadar çelimsizdi. Yaşından çok ufak göründüğünü büyükler konuşurken duymuştu aslında, ama hiç inanası gelmemişti. O nedenle ayağını birkaç kez sıra arkadaşı Şirzat’ın ayağının yanına koyup aklınca çok ufak olup olmadığını anlamaya çalışmıştı. Haklıydı büyükleri. Kenarları yırtılmış lastik ayakkabılarının içinde ayakları çok ufak görünüyordu. Şirzat, köyün zenginlerinden Cemil Ağa’nın oğluydu. Ayaklarının büyüklüğüne bakılırsa, büyüdüğünde iri kıyım bir adam olacaktı.

Dışarıda, kızılca kıyamet kopuyordu. Yağmur ince ince yağmaya öğleyin başlamış, akşama doğru hızını artırmıştı. Bütün aile yer sofrasında toplanmış, dumanı tüten tarhana çorbalarını kaşıklarken ilkin uzaklarda ortalığı gündüz gibi aydınlatan bir şimşek çakmış, ardından yeri göğü inleten bir gök gürültüsü patlamıştı.

Ali, yazma desenli yorganın altında iyice büzüldü. Önceleri ne zaman gök gürlese, koşup anasının koynuna saklanırdı. Kardeşi doğduktan sonra anasının koynuna her sığınmaya kalkışında hep azarlanıyor, “Sen artık büyüdün, abi oldun, artık kardeşini sen koruyacaksın!” diye, gerisin geriye yatağına yollanıyordu. O nedenle anasının yanına gitmeye cesaret edemedi. Yorganın altında gök gürültüsünü dinlemeye devam etti.

Gök gürültüsü, gökyüzünde dolanıp duruyor, büyük bir öfkeyle homurdanıyordu. Bazen uzaklaşıp, ötelerde, tepelerin ardında sürdürüyordu homurtusunu. Ardından gökyüzünün isyanı… Sağanak yağmur evlerin damlarına, ağaçların dallarına, yapraklarına vuruyordu kamçısını. Yediği dayağın acısıyla inleyen bir canlı gibi, rüzgâr inim inim inliyor, kapıların eşiğinden, pencerelerin kıyısından içerilere kaçıp, yağmurun kamçısından kurtulmaya çalışıyordu.

Ali, bir an önce ortalığın ışımasını istiyor, ninesinin anlattığı, geceleri insan yiyen devler ortaya çıkmadan önce güneşin doğmasını bekliyordu.

On yaşına kadar köyünden ve yedi kilometre ötedeki kasabadan başka yer görmemişti. Büyük şehirleri, arkadaşı Yusuf’un evlerindeki televizyondan görmüştü birkaç kez. Babası Abdullah da emmileri ve dayıları da evlerine günah diye televizyon sokmuyorlardı. Ali, babasına duyurmadan kaçak göçek Yusuflara gidiyordu bazen.

Anası Pakize, ağzı var dili yok mazlum bir kadındı. Erkek kısmına boyun eğmeyi, kul köle olmayı daha küçücük bir kızken, baba evinde öğrenmişti. Abdullah’ın sözü üzerine söz söyleyemezdi.

Abdullah, dini bütün adamdı. Ali, ilk çocuğuydu. Onu, daha okula gitmeden, okuma yazma öğrenmeden önce köyün camiine, Kuran kursuna yolladı. Ali, alfabeden önce elifbayı öğrendi.

Okula başlayıp da okumayı ve yazmayı söktükten sonra okulu çok sevdi. Akıllı uslu, zeki çocuktu Ali. Kendisine verilen işleri vakitlice bitirir, sonra ders çalışmaya, verilen ödevleri yapmaya otururdu.

Bir defasında resim ödevini yaparken, babası onu kapı aralığından izlemiş, resim yaptığını görünce bir hışımla odaya girip resim defterini yırtıp ocağa atmıştı. Ali, babasını korumak için öğretmenine yalan söylemek zorunda kalmış; okuldan eve dönerken defterinin çaya düştüğünü söylemişti. Öğretmen bu yalana inanmasa da üzerinde durmamış, çocuğu yeni yalanlar bulmak zahmetinden kurtarmıştı.

O akşam sığırı dama sokup, Ali’nin ninesinin yaptığı bulgur pilavını kaşıklamak üzere yer sofrasına oturduklarında Abdullah, ağzı dolu dolu Pakize’ye sordu:

“Oğlanın eşyasını, yolluğunu hazır ettin mi gız?”

“He… Hazır ettim!”

“Yarın, zabahınan erkenden Mustafa kazadan gelip arabasıynan götürecek oğlanı.”

Pakize başını öne eğdi, gözlerinde biriken yaşları gizledi. Ali çok küçüktü. Ufacıktı elleri, ayakları… Ne yer ne içer, ne yapardı koskoca şehir yerinde? Hastalanmaz mıydı? Ateşlenirse kim sirkeli bez koyardı başına? Acıkıp acıkmadığını soran olur muydu onca kalabalığın içinde? Döverler miydi? Söverler miydi sahipsiz bulup?

Sofrayı toplayınca alelacele süt kovasını kaptığı gibi ahıra, inek sağmaya koştu Pakize. Ali de arkasından! Anası ne zaman doya doya ağlamak istese ahıra koşardı. Sıkıysa evde Abdullah’ın ve kaynanasının yanında ağlasın! Beline tekmeyi yer, otururdu. Abdullah, Pakize’yi döverken iz bırakmamaya, kemiğini kırmamaya, yüzüne vurmamaya aşırı dikkat ederdi. Bununla da övünürdü.

Mustafa, Abdullah’ın emmoğluydu. İlçedeki İmam Hatip Lisesini bitirmiş, şehir merkezinde bir camiye İmam olarak atanmıştı. Abdullah’ın hacı emmisi, oğlu Mustafa’yla çok övünür: “Maaşı dolgun, imkânları çok eyi maaşallah! Çalıştığı camiinin lojmanı da var… Başka imkânları da varmış ama şimdi saymayalım onları, dost var düşman var, söz olur, söz olmazsa göz olur…” derdi.

Ali’nin şehirde okuma işini de Mustafa sokmuştu Abdullah’ın aklına. “Sen oğlanın nerede kalacağını dert etme emmoğlu! Bizde de kalırdı amma benim başka planım var Ali için… Yurda yerleştireceğim ben onu. Yurt deyip de geçme haa! Mektep medrese görecekse yurtta kalacak bir kere! Bizim vakfın yurdunda kalacak. İmam Hatip, mektepse; yurt, medrese! Bunu böyle bil. Sen içini ferah tut emmoğlu! Allah’ın izniyle hafız olacak Ali.”

Ali, korkuyordu. Koca şehirde kendisini nelerin beklediğinden habersiz olma düşüncesi ürkütüyordu onu. Bir de üstüne bu fırtınalı hava, korkularının tuzu biberi oldu.

Bu dünyada bir korkutanlar vardı, bir de korkanlar… Bir ‘bilinçli kötüler’ vardı, bir de ‘bilinçsiz iyiler’… Korkutanlar, bilinçli ve kötüydüler; korkanlar, bilinçsiz ve iyi… Kötülük kurnazdı, iyilik saf… Ve yaşama sırası Ali’deydi.

Ali babasına, başka büyüklere ve de hayatın bütününe karşı çok güçsüz, çok savunmasız hissediyordu kendini. Her anlamda, korku içindeydi. Bu karmakarışık duygu ve düşüncelerle gözleri kapandı, uykuya daldı.

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)

 

549 okunma
1 Yıldız2 Yıldız3 Yıldız4 Yıldız5 Yıldız (5 oy, ortalama: 5,00 / 5)
Loading ... Loading ...

Yorum yapma kapalı.