Ahtapot
Zelin Artuğ
“Bal idim, pekmez oldum
Gül idim kokmaz oldum
Evvel gerekli idim
Şimdi gerekmez oldum.”
Bu yıl havalar erken soğudu. Sonbaharın tadını çıkarmadan kış kapıyı çaldı. Yıllardır gülümsemeyi unutmuş olan insanların yüzleri daha bir gülmez oldu. Gündüzleri gökyüzünün mavisini karaya boyayan bulutlar, gecenin karanlığını da kara örtüleriyle örttüler. Yıldızları dökülmüş gibi oldu gökyüzünün. Yeryüzünde, faturası ödenmemiş evlerde ışıkların kesildiği yetmezmiş gibi, geceleyin, gökyüzü de ışıksız kaldı. Faturası ödenmemiş evleri ısıtmaya, kara bulutların ardına çekilen fersiz güneşin ısısı da yetmez oldu.
Dışarıdaki maskeli kalabalığın bezgin insanları, bereketsizliğiyle gelen kışın yükünü kaldırabilmek için, omuzlarını yukarı kaldırıp yürüyorlardı sokaklarda. Böylece daha az üşüdüklerini sanıyorlardı besbelli.
Evinde, tek tük de olsa işinde, okulda, hastanede, sokakta, her yerde kışı suçladı insanlar. Kış, taş yürekliydi, kaya gibi sert, cellat gibi acımasızdı. Kendini temize çıkarıp başkalarını suçlamak kuraldı insanların dünyasında. Kışa söz geçiremeyince birbirlerini suçlamaya başladılar.
“Kaç kere söyledim size kapıyı pencereyi açık bırakmayın, sırtınıza kalın bir şeyler giyin, diye! Bu değirmenin suyu nereden geliyor, bilen yok!”
“Ayrılmayacaktın o işten! Sana da iş beğendiremiyor kimse! Çocuk hasta! Umurunda mı senin?”
“Her odada elektrik yakarsanız, yakında mum ışığına da hasret kalırsınız!”
Her zamanki gibi savaşı güçlüler kazanıyor, karıncalar fillerin ayakları altında ezilmeye devam ediyorlardı. Karıncaların panikleyerek kaçışırken birbirinin tepesine binmesi, fillerin umurunda değildi.
…
Kış, bütün heybetiyle kollarını sağa sola savurarak yiyecek arayan bir ahtapot gibi ortalıkta dolanmaya devam ediyor, eski çağ tanrıları gibi kurbanlar istiyordu. Taş yürekli kış canlılara savaş açınca, canlılar da birbirlerine savaş açtılar. En acımasız canlı olan insan, en çok da kendi türüne savaş açtı. Savaşı kaybedenleri kışın kocaman ağzına attılar.
…
Uzak bir köyde, kışın ağzına atılan kurbanlardan biri, bembeyaz bir karanlıkta yuvarlandı. Gözünü açtığında, karların üstünde upuzun yattığını gördü. Kış, bütün soğukluğuyla, çocukken götürdükleri kasabanın panayırında gördüğü ahtapot olup kollarını açmış, kurbanına adım adım yaklaşmaktaydı. Kurban, yattığı yerden doğruldu, ellerinden güç alıp geri çekilmeye, kaçmaya yeltendi. Son bir çabayla ayağa kalktı, koşmaya başladı. Ahtapotun kollarından biri kurbana doğru uzanmış, onu adım adım izliyordu. Kurban, gücünün kesildiğini hissetti. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı. Kendini savunmak istedi, boşuna! Olacaklara boyun eğip yenilgiyi kabul etti.
İçine işleyen bir soğukla ürperdi, gözlerini açtı. Gördüğü karabasandan kurtulmuş olmanın sevincini duydu. Üşümüştü. Hele ayakları, çivi gibi soğuktu. Yorganının altında dertop olup büzüldü. Hayatında yaşadığı seksen dokuzuncu kıştı bu. Her yeni kış, eskisinden daha soğuk oluyor, Zülfiye her yaş aldıkça biraz daha üşüyüp küçülüyordu. Kulakları da zor işitir olmuştu. Dışarıdan Hacer’in sesini duydu sanki. Duymasa da Hacer’den başka kapısını çalan yoktu zaten. Yattığı yerden kapının ipini çekti. Kapı gıcırdayarak açıldı. Hacer, bir kucak odunla içeri girdi, dirseğiyle kapıyı kapadı. Zülfiye, yattığı yerden, feri kaçmış, iyice küçülüp, göz kapağı altında nokta gibi kalmış gözlerini Hacer’e dikti, “ Çok üşüdüm!” dedi.
Hacer bir şey demedi. Kucağındaki odunları ocağın önüne devirdi. Köy kadınlarına özgü bir beceriyle ocağa birkaç odunla, çalı çırpı dizdi. Şalvarını dizlerine doğru çekiştirip ocağın önüne çömeldi. Bir iki kibrit boşa çaktı. Nemlenmişti kibrit kutusu. Koynundan bir kibrit kutusu çıkardı, odunların arasına dizdiği yongaları tutuşturdu. Kibrit kutusunu yine koynuna, Zülfiye’nin nemlenmiş kibritini de kurusun diye ocağın yakınına koydu. Eğildi, harlansın diye ateşi üflemeye koyuldu. Zülfiye’nin dizleri tutmaz olduğundan beri her sabah gelir, ateşini yakar, çorbasını pişirirdi.
Zülfiye köyde Hacer’den başkasını sevmez, kimselere güvenmezdi. Hacer’in babası köyün imamıydı. Ölmeden önce Hacer’e de köylülere de vasiyet etmiş, Zülfiye’yi koruyup kollamalarını, gönlünü hoş etmelerini istemişti. “Cenab-ı Allah, iyiliklerinizi karşılıksız bırakmaz” demişti. İyilik pazara çıkarılıp kâr zarar hesabı yapılmaya başlanınca, ortada pek alıcı kalmaz oldu. Tarladan çıkan tarihi eser küpe turşu kuran köylü, onca işin gücün arasında canlı tarih Zülfiye’ye nasıl sahip çıksın? Azrail Zülfiye’nin canını almamış ama aklı yavaş yavaş gider olmuştu. İlk zamanlar, yarıya verdiği ufacık tarladan gelen üç kuruşu üst üste birkaç mendilin içine çıkın edip saklar, sakladığı yeri unuturdu. Bunamaya başlayınca, ziyaretine gelen köylüleri hırsızlıkla suçlamaya başlamış, zaten gönülsüz gelen köylüyü hepten kaçırmıştı.
…
Kapı altından odaya sızan rüzgâr, odun ateşini sağa sola eğiyor, rüzgârın uğultusu, çorba tenceresinin tıngırtısına karışıyor, hüzünlü bir ezgi olup Hacer’in yüreğine işliyordu. Yatağında ufacık kalmış yaşlı kadına acıyarak baktı. Bu kış çok sert geçecek, diyorlardı. Zülfiye bahara ya çıkar, ya çıkmazdı. Bakır tasa bir kepçe sıcak çorba boşaltıp, yaşlı kadının yatağına getirdi.
“Buyur nine, sıcak sıcak iç, için ısınsın!” dedi. Zülfiye, kemiğinin üstünde derisi kalmış yamru yumru parmaklarıyla tası geri itti.
“O insanlar yine paramı çalmışlar!” dedi.
“Hangi insanlar nine?
“O insanlar işte! Hatır sormaya diye evime geldiler, evimin her yanını öğrendiler. Sonra da gelmez oldular. Ben uyurken de geldiler, paramı çaldılar.”
Hacer sesini çıkarmadı. Ne dese boştu çünkü. Zülfiye’yi aksine inandırmak boşa çabaydı. Kaşığı tasın içinde bir iki çevirdi, bir kaşık çorba aldı, üfledi, dolu kaşığı Zülfiye’nin ağzına uzattı. Zülfiye dişsiz ağzını aralayıp, kaşıktaki çorbayı içti.
“Yeter, doydum!” dedi. Başıyla odanın köşesinde duran sürgüyü işaret etti. Hacer çorba tasını muşamba örtülü tahta masaya koydu, sürgüyü getirmeye kalktı.
…
Köylünün tek sigortasının çoluk çocuğu olduğu bir coğrafyada Zülfiye, çocuk sahibi olamayışının dramını yaşıyordu. Anası babası yoktu. Erkek kardeşleri onu gencecik bir kızken, bir öküz karşılığında, karısı ölen yaşlı bir adama vermişlerdi. Zülfiye bir ömür boyu canını dişine takıp çalışmış, son yıllarında yatalak olan kocasına da gül gibi bakmıştı. Kocasının hastalığında kapısını açmayan oğulları, babalarının ölüsüne de gelmemişler, Zülfiye ölüsünü köylünün yardımıyla kaldırmıştı. Yıllar geçip Zülfiye de yaşlanınca, bir zamanlar meydan okuduğu hayat onun da elini ayağını çarpıtmaya, aklını almaya başlamıştı. Yaşlanıp güçten düştükçe, tanıdığı yüzler, çocukken dinlediği üç harflilere dönmeye başlamıştı. Zülfiye her geçen gün biraz daha bunuyor, çekilmez bir kocakarıya dönüyordu. Bu yaşlı, çirkin, geçimsiz kadını tek başına ölüme yollamak kimsenin umurunda değildi. Bu durumda olup da ölüme yalnız giden tek yaşlı değildi Zülfiye. Güçlü olanın kazandığı bu düzende güçsüz olanın kaybetmesi, yaşamın değişmez kuralıydı.
…
Hacer, Zülfiye’nin çorbasını yarım yamalak da olsa içirip, işinin başına koştu. Köy kadınına dur durak yoktu köyde. Onun da işi gücü başından aşkındı. Evde, damda işleri yoluna koyup daha tarlaya gidecekti. Zülfiye, yatağında büzülüp, uykuya daldı. Öğleye doğru ocaktaki ateşin feri söndü.
O akşam, Hacer Zülfiye’nin ocağını yakmaya, ona çorba içirmeye gelmedi. Komşu köye gelin gitmiş olan büyük ablasının delikanlı oğlu traktörden düşüp ağır yaralanmış, kasabadaki Devlet Hastanesine kaldırılmıştı. Yakınları köye gelip Hacer’i apar topar götürmüşlerdi. O üzüntü ve telaş içinde Zülfiye’yi birilerine emanet etmek aklına gelmedi Hacer’in.
…
Akşam karanlığı kanatlarına ağır bir hüzün yükleyip gelmiş, Zülfiye’nin buz gibi soğumuş odasının duvarlarına, masaya, yatağa, her yana çökmüştü. Zülfiye kirpiksiz gözlerini yumup, buz gibi yatağında, umutla sabah olmasını beklerken uykuya daldı. Uykusunda yine aynı karabasanı gördü. Çocukluğunun gecesini gündüzünü zehir eden ecinniler, cinler ahtapotun kollarına biniyorlar, ahtapot kollarını savurdukça Zülfiye’yi yakalamaya çalışıyorlar, Zülfiye bir şekilde kurtuluyordu.
Ama bu kez yaşlılık, kapkara cehaletin de yardımıyla ahtapotun kollarına yenik düştü.
Üç gün sonra, Zülfiye’yi yatağında ölü buldular. Köylüler onun cansız bedenini omuzlayıp kabristana götürdükleri sırada, Zülfiye bembeyaz bir atın sırtında, bembeyaz bir sonsuzluğa doğru yol almaktaydı.
Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)
375 okunma