Çok değil daha dün yağmurlar dövüyordu ağaçları, kiremitleri, dev yapıların duvarlarını, kayalıkları, toprağı… Her biri yağmurun şiddetinden nasibini aldı da bir toprak yüksünmedi. Belli ki susamıştı yağmurlara. Kana kana içti. Bağrında kök salmış, masmavi göğe yüzünü göstermek için baharı bekleyen canları sımsıkı sarıp sarmalayarak, yağmurdan güç almalarını izledi.
Sonra bir gece kara bulutlar eteklerini toparlayıp kaçarcasına başka diyarlara gittiler. Gökyüzü ışıl ışıl yıldızla doldu. Büyük denizlerin kayıp gemilerine yol gösteren, balkonda kaçamak sigara içen gençlere ışık tutan, sevgilinin yüzünü aydınlatıp kirpiklerinin gölgesini yanaklarına düşüren yıldızlar kapladı gök kubbeyi. Gün ağarmaya başlayınca tek tek çekildiler pembe kızıl şafağın ardına. Güneş parlak kaftanıyla ufukta göründü. Bulutların ağır adımlarla taşıdığı tahterevallide bütün haşmetiyle doğayı selamlayarak yol aldı; mavi gökyüzündeki tahtına parlak gökkuşağı kaftanının eteklerini yayıp oturdu.
Yazının tamamını okuyun »