Evvel zaman çocukluğu (İkinci Bölüm)
Zelin Artuğ
Ellerimi ve burnumu cama dayayıp sokağa bakıyorum. Yumuşak somyanın üzerinde denge sağlamak zor. Ayağımın altına yastık koyup yükseltiyorlar beni. Camı açmıyorlar. Camın arkasından bakıyorum. Bazen dengemi kaybedip yuvarlanıyorum somyanın üzerine. Ağlıyorum. Gelip kaldırıyorlar.
Komşu Makbule teyze geldi bize. “Panayıra Boncuk gelmiş” dedi anneme. Karar verildi. Komşularla panayıra gidilecek. Herkes hazırlığını yaptı. Gezmeye gidilecekse mutlaka süslenmem gerek. Saçlarım taranacak, kırmızı kadifeden karpuz kollu elbisem giydirilecek, saçlarıma kolonya dökülecek. Kolonya şart! Boncuk’u, omzumdaki nazar boncuğu gibi bir şey sanıyordum. Meğer cambazmış.
Panayırın kurulduğu çayıra gelince anneler çocuklarını kucaktan indirdiler. Büyük çocuklar su birikintilerine basıp çok eğlendiler. Ben de basacaktım ama her denemem boşa gitti. Ayağımı sulara basmak için her kaldırdığımda annem kolumdan tutup havaya kaldırıyor, ayağım suya değmeden beni su birikintisinin üzerinden hoplatıyordu. Küçük ağabey annemin elinden kurtuluyor, bütün sulara keyifle basıyordu. Suya her bastığında büyük bir iş yapmış gibi yüzüme bakıyor, annemden de gözlerini kaçırıyordu.
Herkes merakla Boncuk’u bekliyordu. Karaçayır dedikleri meydanda süslü püslü kocaman bir çadır vardı. Çadırın çevresinde dolaşan tuhaf giysili adamlar, parlak giysili kadınlar… Sonunda rengârenk giysiler içinde Boncuk çadırından çıktı. Direğin tepesine tırmandı, iki direk arasına gerilmiş telde topuklu pabuçlarla yürüdü. Seyirci kalabalığının tempo tutarak söylediği şarkı, ağabeylerimle benim dilimden yıllarca düşmedi. “Oy dingala, dingala / Kömür de koydum mangala /Ayşe de Fatma dostum var / Çalkala Boncuk çalkala!”
Boncuk kocaman bir adam… Dengesini kaybedip düşse o da ağlar mıydı? Ağlarsa onu çakıldığı yerden kaldıran olur muydu? İşte bunu o zamanlar bilmiyordum. Ama galiba şimdi biraz biliyorum. Kesinlikle kimvurduya gider, hatta boyundan büyük işlere kalkıştığı için suçlanırdı. Kimse nedenini sorgulamazdı. Boncuk da anılarımda, Picasso’nun ‘insanın gecesini’ simgeleyen palyaçosu gibi kaldı. Ekmeğinin peşinde ölümle Rus Ruleti oynayan cambaz! Mutlaka ondan ekmek bekleyen bebeleri vardı, benim gibi küçük ve kendine yetmeyen… Tıpkı evimizin bodrumundaki Mercan’ın yavruları gibi…
Mercan, bizimkilerin bodrumda beslediği kedi… Başının üstünde bir dam, ona her gün yemek getiren insanlar ve şimdi de dört tane yavrusu var. Özgürlüğüne diyecek yok zaten. Dilediği zaman sokaklar onun… Onu ve yeni bebelerini ahşap evimizin sofasındaki budak deliğinden görmeme izin var. Bir kablonun ucunda yanan minik ampul, budak deliğinden sarkıtılıyor ve gözümü budak deliğine dayayıp bebelere bakıyorum. Çok şirinler. Annem, kapuska yersem, yavru kedileri okşamama izin verecekmiş! Onlara dokunmak ateş pahası! Karşılığında kapuska yenecek! Üç yaşımda bütün evi badana yapmak gibi bir şey isteniyor benden. Makarna yesem olmaz mı? Kedileri sevme işini erteliyorum.
Şimdilik sandalyeye tırmanıp büfenin üzerindeki kocaman radyonun içinde konuşan adamları, şarkı söyleyen kadınları görmeyi denemekle yetinmeliyim. Radyonun arka yüzünde yuvarlak, minik delikler var. O deliklerden radyonun içi görünüyor. Küçük ampuller, kablolar… Konuşup şarkı söyleyenler yok. Parmak kadar adamlarla kadınlar görmeyi umuyordum oysa. Büyüklerin işleri çok saçma! Bari masalları işe yarasa. “Açıl susam açıl” desem, sofraya kurabiye, pasta gelse, mesela! Masalda pasta, benim tabağımda kapuska! Kepçe kadar kaşıkla yoğurt! Kapuska kaşığı hiç kuşlara uzatılmıyor.
Annem beni aynanın önüne oturtuyor, saçlarımı tarıyor, tepede örüp örüyü doluyor, tokayla da tutturuyor başımın tepesinde. Başımın tam tepesinde bir kuş yuvası gibi duruyor o örü. Çok süslüyüm. Kolonya şişesini iki elimle tutuyor, başımı eğip, kuş yuvasına boca ediyorum kolonyayı. Süslü olmanın anlamı, saçlarıma kolonya dökmek…
Büyük ağabey okuldan gelince, aşağıdan kapıyı açması için annem ona anahtar atar ikinci kat penceresinden. Oturma odası, üst katta. Aşağıya inip kapıyı açmaktansa, yukarıdan anahtar atmak daha kolay geliyor anneme. Onun mutfakta işi olduğu zamanlarda, küçük ağabey atar anahtarı camdan; anahtar atma işini çok önemser. Anahtarı aşağıya attıktan sonra büyük bir iş yapmış gibi yüzüme bakar! Bir kez de ben atmak istiyorum o anahtarı aşağıya. Sonra da küçük ağabeyin yüzüne bakmak! “Ben de büyüdüm işte! Ben de anahtar atabiliyorum aşağıya!” demek…
Bugün kapının zili çaldığında mutfağa önce ben koşacak, annemin elinden anahtarı önce ben alacağım. Küçük ağabey bazen anahtarı uzaklara atıyor. O zaman büyük ağabey yol kıyısındaki otların arasında anahtar arıyor. Anahtarı elime geçirebilirsem, ben öyle yapmayacağım. Büyük ağabeyin eline uzatacağım… Avucunun içine atacağım.
Anahtarı elime geçirince, kızılca kıyamet koptu! Ben önde, küçük ağabey peşimde, odanın içinde dört döndük. Anahtarı elimde sımsıkı tutarak kendimi somyanın üzerine attım. Telaşla pencereye yöneldim. Anahtarı küçük ağabeye kaptırmadan, büyük ağabeyin avucuna atmam gerekiyordu. Eğildim. Büyük ağabey ellerini yukarıya kaldırmış, anahtarı tutmaya hazırlanmıştı. Eğildim… eğildim… eğildim…
…
Karanlık… Çok karanlık! Annem ağlıyor. Başka sesler de var… Uğultular…
Çok küçük bir ışık sızıyor bir yerlerden. Sonra, yine karanlık. Beni kalın battaniyelere sarıp sarmalamışlar, bir yerlere götürüyorlar. Uğultular, çınlamalar, fısıltıyla konuşmalar, ağıt gibi hüzünlü bir ağlama sesi, Sonra boğuk bir çığlık… “Ölmüş bu çocuk! Pelte gibi! Hiç hareket etmiyor!”
Burnuma kötü bir benzin kokusu geliyor. Midem bulanıyor. Sonra yine karanlık!
Gözlerimi aralıyorum. Başımda toplanmış yabancılar var. Annem ve babam yok içlerinde. Hiç birini tanımıyorum bunların. Genç, yaşlı, kadın, erkek… Hepsinin de kaşları çatık. “Yüzükoyun çevirelim yavaşça “ diyor yaşlı olan. Kocaman bir şırınga parlıyor ellerinde.
Dışarıda bir annenin feryadı, içerdeki çocuğun çığlığına karışıyor. Yıllar sonra omuriliğimden şırıngayla su çektiklerini öğreniyorum. Beyin kanaması var mı yok mu? Bunu öğrenmenin o günkü yolu buymuş! Bir de imza istediklerini öğreniyorum, babamdan. “Bu test, ömür boyu sakat kalmasına neden olabilir, sorumluluk alamayız” demişler. Babam çaresizlikten “Olsun! Siz ne gerekiyorsa yapın! Sakat kalsa da ömür boyu ben bakarım ona! Tek yaşasın evladım!” diyor doktorlara.
Doktorlar müjdeyi veriyorlar operasyon sonunda. Beyin kanaması yok. Süslünün başının tepesindeki örü, böylesi bir aksilikten korumuş onu. Öyle bir acı duyuyor ki süslü, ne örüsünü açtırıyor, ne saçını taratıyor, ne de kolonya dökülmesini istiyor saçına.
O günlerde ev, geçmiş olsuna gelenlerle dolup taşıyor. Bunlardan biri özellikle dikkatimi çekiyor. Mavi pilili elbisesiyle Hamiyet teyze… Otururken eteğinin pilileri kırışmasın diye üç kişilik kanepeye eteklerini yaymış, oturmuş. Tavus kuşu gibi… Ben, annemin kucağında, başımı annemin omzuna dayamış, başımdaki şişliğin acısıyla inleyip duruyorum. Kulağıma fısıldıyor: “Sus, mızmızlanma, ayıp! Bak, misafirin yanında ağlanmaz!” Misafir sözcüğünü ilk kez o gün duyuyorum.
Yıllar sonra birinci sınıfta öğretmen, Hayat Bilgisi dersinde “misafir” in anlamını soruyor. Parmak kaldırıp yanıtlıyorum: “Misafir, mavi elbiseli kadın, demek!”
…
Saçlarım iyice uzamış. Örüyorum onları. Özenle tarıyorum ilkin. Üçe ayırıyorum sonra. Evvel zaman çocukluğu, gençlik yılları, olgunluk ve yaşlılık yılları… Evvel zaman çocukluğundan başlıyorum örmeye, yılları birbirinin üzerine devirerek örüyorum. Uçlara yaklaşınca üçünü bir araya toplayıp, bir lastikle birleştiriyorum bütün yılları. Artık toplayıp tepede dolamaya hiç gerek yok. Örünün ucunu açık bırakıyorum. Yıllar fazla gelip de lastik koptuğunda, saçlarım sonsuzluğa dek özgür kalsın diye.
Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)
582 okunma