Anasayfa Anasayfa

Kavaklıdere Leyla


Zelin Artuğ

Yakup kirli kasketini çıkarıp kucağına koydu, iki eliyle kafasını sıvazladı. Elinin tersiyle camın buharını sildi. Otobüsün kirli camından yan sokağa kurulmuş pazarın birbirinin üstüne yıkılmış gibi duran tentelerini gördü.
Belediye otobüsü her durakta biraz daha doluyor, kasiste, dönemeçte, ayaktaki yolcular birbirlerinin üzerine yıkılıyorlardı. Gri pardesülü, koyu yeşil eşarplı genç bir kadın, damalı çantasını sımsıkı kucaklayıp göğsüne bastırırken tutunacak bir yer aradı. En yakınındaki koltuğun demirine tutundu. Hemen dibinde oturan yaşlı kadın burnunun dibine uzatılan koldan rahatsız oldu, ayaktaki kadına ters ters baktı.
Yakup kasketini kafasına geçirip siperliğini burnuna kadar indirdi. Bütün gün inşaatta çalışmış, bacaklarında derman kalmamıştı. Otobüs daha yolu yarılamadan kalkıp birine yerini vermek istemiyordu. Gözlerini yumdu, uyuma numarası yaptı.
Ayakta dikilen öğrenci kılıklı iki gençten at kuyruklu olanı, elindeki ince kitabı parmakları arasında sallayarak arkadaşına “Şiir zor zanaat be oğlum, adam yazıyor valla, helal olsun!” dedi. Arkadaşı kafasını aralardan uzatıp hangi durakta olduklarını anlamaya çalışırken “Yani!” diye doğruladı.
Yakup, uyku istifini bozmadan ” Hadi be, asıl yoksulluk zor zanaat!” diye geçirdi aklından. Şiirmiş!.. Sanki şiir karın doyuruyor da! Zaten bildiği tek şiir, köyde ilkokul öğretmeninin sopa zoruyla ezberlettiği “Güleryüzlü öğretmenim /Bir tanesin canım benim/ Masallarla bilmeceler /Anlatırsın neler neler” şiiriydi. Masallarla, bilmeceler… Hayattaki tek doğru buydu aklında kalan. At kuyruklu, parlak suratlı oğlan hiç aç kalmamıştı, belli.
Altı aydır İstanbul’daydı, zırnık para biriktirememişti. Bırak köye para yollamayı, karnını zor doyuruyordu.
Üç hemşehrisiyle birlikte inşaat sahasındaki konteynerde kalıyorlardı. Mevsim bahara da dönse geceleri ayaza çekiyordu. Ayaklarının üşüdüğünü hissetti. Kor gibi yanan bir kömür sobası düşledi. Çoraplarını çıkarıp atsa, ayaklarını sobaya uzatsa, iliklerine kadar ısınsa…
Birden fırladı yerinden. Düşlere dalmış, durağı kaçırmasına ramak kalmıştı. Ayakta dikilen yolcuların arasından güçlükle geçip kendini durağa attı.
Dışarıda yağmur çiseliyordu. Buz gibi hava çarpınca yüzüne, aklı başına geldi. Arka cebindeki cüzdanını yokladı.
Durağın arkasına geçti. Yan sokağa saptı. Konteynere yirmi dakikalık bir yürüme mesafesi vardı. “Raşit, makarna suyunu ocağa vurmuş, Abbas domatesle hıyarı doğramaya başlamıştır. İsmail de cıgarayı yakmış, yan gelip yatmıştır!” diye geçti aklından.
Köşedeki büfenin önünde durdu. Haftalığını yeni almıştı. Biraz durakladı. Ani bir kararla büfenin kapısından içeri daldı. Cüzdanını çıkardı.
Dışarı çıktığında elinde siyah bir poşet, poşette gazete kağıdına sarılmış bir Kavaklıdere Leyla vardı. İsmail’le ikisine yeterdi bir şişe. Yettiği kadar! Ötekiler içmezdi. Günahmış, harammış! “Asıl günah… Neyse…” dedi, geçiştirdi.
Bu akşam makarnaya yalnızca domatesle hıyar değil, Kavaklıdere Leyla da eşlik edecekti.
İsmail kapının önünde çömelmiş cıgarasını tüttürüyordu.
Yakup eğildi, yumruğunu İsmail’in omzuna dokundurdu. Elindeki poşeti aralayıp, ucundan, gazeteye sarılı şarabı gösterdi. “Ulen Ismayıl, tembelsin, membelsin amma adamın hasısın. Dünya senle bana, bi de bizim gibi gariban haramzedelere güzel!” dedi.
Elini İsmail’in eline uzattı, onu ayağa kaldırdı.
Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)
180 okunma
1 Yıldız2 Yıldız3 Yıldız4 Yıldız5 Yıldız (1 oy, ortalama: 5,00 / 5)
Loading ... Loading ...

Yorum yapma kapalı.