Yatılı okul yılları -2
Zelin Artuğ
Köy yollarında
Cipin tekerlekleri buz tutmuş yolda sağa sola kayıyor, dönemeçlerde patinaj yapıyordu. Ön koltukta, Afife Hanımla Eğitim Şefi asık suratlarıyla, alçak sesle konuşuyorlardı. On kız, balık istifi gibi arka koltuklara doluşmuş, idam mangasının kurşuna dizmeye götürdüğü mahkumlar gibi bekleşiyorduk. Nereye götürüyorlardı bizi? Yola çıkmadan önce çok kısa bir toplantı yapmışlar, bizi Nilüfer Köyü diye bir köye götürdüklerini söylemişler, soru sormamıza izin vermemişlerdi.
İdareci ve öğretmenlerimiz bize çok kızgındı. Derince’ye tayini çıkan Fransızca öğretmenimizi geri istiyorduk. O nedenle Ankara’daki önemli makamlara mektuplar yazmış, telgraflar çekmiş, bir anlamda sınıfça okul idaresine baş kaldırmıştık. O nedenle de sınıfça disiplin soruşturması geçirmiştik.
Biz okulda kargaşa çıkarmaya çalışan, disiplinsiz, asi öğrencilerdik. Soru sormaya hakkımız yoktu. Köye giderken cipte sus pus oturduğumuzu anımsıyorum.
Nilüfer Köyü
Uzaktan staj köyümüzün tek tük evleri görünmeye başlamıştı sonunda.. Hiç konuşmadan birbirimizin yüzüne baktık. Bakışlarımızla, “İşte bizim yeni mahpushane burası” der gibiydik. Cipten çok önce erzaklarımız, sobamız, ocağımız bir kamyonetle yola çıkarılmıştı.
Cip, yokuş yukarı, bayır aşağı dolambaçlı yollardan geçti, tek katlı…dış cepheleri beyaz kireç badanalı evlerin arasından, karları ezerek bir ayımızı geçireceğimiz iki katlı köy evinin önünde durdu. Önce Afife Hocayla Eğitim Şefi indiler cipten. Kamyonetin şoförü elindeki sigarayı karların içine atıp, ayağıyla karın içine gömdü; ellerini nefesiyle ısıtıp ovuşturarak Eğitim Şefinin yanına doğru yürüdü.
“İçeri taşıyalım mı hocam?” diye sordu.
“Hayır, indirin erzağı, kendileri taşısınlar! Öğrensinler hayatı… Ne diye getirdik onları buraya?” diye kestirip attı Eğitim Şefi..
Kamyonetle gelen hizmetli, kasaya tırmandı. Yağ tenekelerini, sabun kalıplarını, pirinç, bulgur, kuru fasulye,nohut, makarna torbalarını şoförün de yardımıyla karların üzerine indirdi.. Son olarak, kamyonetin şoförüyle birlikte sobayı da indirdiler, soba borularını da attılar karların üzerine.. kamyonete binip, çekip gittiler.
Bu arada Afife Hanım bize o bitip tükenmez ahlak nutuklarından birini daha çekti ayak üstü… Sözlerini şöyle bağladı:
“Disiplinsiz hayat, başarısızlığa davetiye çıkarır. Yemek listenizi haftalık hazırlayacaksınız. Bir örneği bizde, bir örneği de sizde olacak. Listenizi, ocağın yanına asın. Ani baskınlar yapacağız. Listenizde mercimek çorbası yazarken tencerenizde şehriye çorbası görürsek, grup olarak eksi alacaksınız. Her eksi, haftalık çarşı izinlerinizin kaldırılması anlamına gelir. Dört eksi demek, izinlerinizin bir ay kaldırılması demek.. İyice anlaşıldı mı?”
Afife Hanım tembihlerini bitirip de cipe bindiklerinde hava kararmaya başlamış, elimiz ayağımız donmuştu bekleşirken.. Bir aylık ev sahibimiz, kırk beş, elli yaşlarında yalnız yaşayan bir köylü kadındı. Kalacağımız eve bitişik, tek katlı evde oturuyordu. Temiz yüzlü, ciddi bir kadındı. Fatma teyzemiz okul yönetiminin bütün uyarılarına karşın, bize kol kanat germiş, kızları gibi davranmıştı bize.
Sobamızı kurmaya bile yardım etti o akşam. Ama sobayı yaktıktan sonra bütün ev dumana boğuldu; kendimizi akşamın karanlığında karların üzerine attık. İlkokulun müdürüne haber salındı bir çocukla.. Müdür geldi, su döküp sobayı söndürdü, bilim adamı edasıyla boruların içine, baca deliğine baktı… bacada bir kağıt tutuşturdu.. bir şekilde baca açıldı, bizden de yardım isteyerek sobamızı yeniden kurup gitti..
Yataklarımız, üst katta hazırlanmıştı. Yatacağımız odada soba yoktu. Zaten yataklarımız arasında dolaşacak yer bile yoktu.. Yorgunluktan gözlerimiz kapanıyordu. Birbirimize ibrik tutup, buz gibi kuyu suyuyla elimizi yüzümüzü yıkadık; derin dondurucu gibi soğuk yataklarımıza yattık. Ayaz, elimizi, yüzümüzü, ayaklarımızı kavuruyordu. Bütün yorgunluğumuza karşın, üşümekten uyuyamıyorduk.
Filiz, yataktan kalktı, pencereye gitti. Umutsuz bir sesle fısıldadı:
“Gözümüz aydın, cam kıyıları bir santim açık neredeyse.. Camlara macun çekmemiz gerek.”
Ertesi gün, macun bulamayacak, açık yerlere büktüğümüz gazete kağıtlarını sıkıştırıp, üzerlerini de yoğurduğumuz hamurla kapatacaktık. Okul idaresi, bizi yaptığımız yaramazlıklara pişman etmeye başlamıştı bile.. Bizimse, “Çalıkuşu” olmaya hiç niyetimiz yoktu!
Ertesi sabah, günün ilk ışıklarıyla uyandık. Yattığımız odanın pencereleri, kar kaplı, uçsuz bucaksız tarlalara bakıyordu. Uzaklarda, karların üzerinde bir kuş sürüsü gördük. Çok daha uzaklarda, belki de komşu köyde bir silah patladı.. Kuş sürüsü havalanıp, sonradan adının Nilüfer Çayı olduğunu öğrendiğimiz derenin kıyısındaki sulak araziye doğru kanat çırptı.
(sürecek)
…
Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)