Anasayfa Anasayfa

Sayfa 1 / 11

12 Mayıs 2009 için Arşiv

Maydanozlu domatesli, aşk soslu salata


Zelin Artuğ

Maydanozlu domatesli aşk salatası deyip de geçmemek gerek. Salata yapmak her insanın harcı değildir. Bir kere bu konu ciddi bir ustalık gerektirir. En ünlü aşçıların bile bilmediği, hiç aklına getiremediği püf noktaları vardır bu işin. Kullanılacak olan malzemenin temizliği, tazeliği, sağlığa uygun oluşu yeterli değildir iyi bir salata için. Aslolan renk uyumudur. Salata, birbiriyle raks etmeyen, istese de raks edemeyen renklerden oluşursa, iyi bir salata olur.

Kırmızıyla yeşil, raks etmez. Çünkü kırmızı ana renklerdendir. Diğer ana renkler, mavi ve sarıdır. Kırmızı, ana renklerle teke tek raks eder. Ne güzeldir, kırmızının maviyle, sarıyla yani diğer ana renklerle dansı. Kırmızı, maviye karıştığında, menekşeye, leylağa, lavantaya, mor laleye dönüşür; sarıya karıştığında da altın rengi, portakal, turuncu… Güneşin sıcacık renkleri çıkar ortaya.

Kırmızı, diğer iki ana rengin karışımı olan yeşile karışmaz. Yeşilin yanında öylece durur. Yeşil de kırmızıya karışmasa iyi olur! Birlikte, birbirlerine karışıp bulaşmadan, öylece maydanozlu domates salatası gibi dursunlar. Böyle bir salataya ister maydanozlu domates salatası deyin, ister maydanozlu demokrasi salatası. Renklerin birbirine karışıp bulaşmadığı bir tabak, en azından göze hoş görünür.

Salata deyince, Tülin’in, “kuru börülce salatası” başlıklı yazısıyla ilgili söyledikleri geldi aklıma, bir muziplik düşündüm. Acaba dedim, “maydanozlu domatesli, aşk soslu salata” başlıklı bir yazı yazsam, kaç kişi okur? ‘Aşk soslu bir salata’ (!) daima ‘satar.’

Oysa o yazımda işçilerin kelle koltukta, zehirlenme tehlikesini de göze alarak, gemilerdeki devasa“b..k” kasalarını nasıl temizlediklerini anlatmıştım. Bu konunun bu kadar ilgi çektiğini bilmiyordum. Benim sevgideğer yol arkadaşlarım, üç aşağı beş yukarı bilirler ne tür konulara eğileceğimi. Sözüm onlara hiç değil! Sözüm, benim ne yazdığım ya da ne yazacağım umurunda olmayan, böyle bir “aşk” gemisiyle “biricik” aşkları yanı başlarında, yiyip içip sonra da yiyip içtiklerini o devasa kasalara yollamak üzere şık tuvaletlerin yolunu tutanlara! “Biricik” aşklarının bir dediğini iki etmemek için, bilumum herzeleri yemeyi boyunlarının borcu bilenlere! Ne anlaşıldı o yazıdan acaba?

 

Bu yazıyı yazmaktaki amacım emekçilerin berbat çalışma koşullarını anlatmaktı okura. Oysa aşk gemisinin “aşk sarhoşu” yolcuları çok daha fazla ilgi çekmiş anlaşılan. Ne yapalım, kader utansın!

Söz, nereden nereye geldi. Yeşil de kırmızıya karışmasa, diyordum, salata falan derken konu dağıldı. Maydanozsuz salata olur mu? Maydanozun girmediği yer mi var? Biri köfte yapacak olsa, maydanoz orada! Biri bir kitap yazacak olsa, maydanoz orada! Hele kitabın rengi de kırmızıysa, değmen maydanozun keyfine!

Yeşil, kırmızıyla karışırsa uyumlu bir renk oluşturamaz. Bu yüzden, kırmızıyla karışamamanın acısını böyle her şeye maydanoz olarak çıkarır yeşil. Güzelim yeşilden soğutur insanları.

Tıpkı kimi maydanozların insanı “aşk”tan da soğuttuğu gibi!

Duvarlara güneşin son ışıkları vuruyor. Yaprak gölgeleri, şeftali kızılına çalan akşam güneşiyle oynaşıyor. Gölgelerin acelesi var, birazdan ellerinin altından kayıp gidecek bu kızıllık. Gölgenin kendisi de kalmayacak ışıltılar gidince. Öylece, duvarların soğukluğuna gömülecekler. Ta ki ertesi gün akşam güneşi geri dönüp, donmuş gölgeleri sıcak nefesiyle ısıtıp yeniden canlandırıncaya kadar.

Balkon kapısı aralık. Rüzgâr bazen sert esiyor. Kapının pervazından kurtulmuş bir parça sünger, kısa ipli bir uçurtma gibi boşlukta salınıp duruyor. Rüzgâr biraz daha sert esse kopacak gibi. Rüzgâr bazen yön değiştirip uzaklaşıyor. Sünger parçası, rüzgârı kesilmiş uçurtma gibi kulağını sarkıtıyor o zaman.

Kırmızı her yerde… Halı, kanepe, masa örtüsü, masadaki küçük çalar saat bile kırmızı. Masanın üzerinde küçük bir cam fanus var. Fanusun içinde tül kuyruklu kırmızı bir balık… Salına salına yüzüyor avuç içi kadar suda. Kısacık yaşamı bu iki karışlık suyun içinde geçecek. Bir gün o da diğer süs balıkları gibi sırt üstü dönüp, bembeyaz karnını tavana dikip ölecek. Şimdilik dolanıp duruyor ufacık fanusun içinde. Balerinler gibi…

Suların da kızardığı bir akşam vakti, balkon demirinde bir serçe… Güneşin son ışıkları altında kızıla çalan parlak kahverengi tüylerini kabartmış, yol kıyısındaki çam ağacına uçmaya hazırlanıyor. Az sonra pırrrr! diye bir ses… Serçe uçup gidecek.

Uzaklarda çocuk sesleri.. Gün, toparlanıp gitmeye hazırlanıyor. Birazdan karanlık çökecek. O zaman ne kırmızı kalacak, ne de yeşil.. Bütün renkler, zifiri karanlığa esir düşecek.

 

Ta ki güneş yüzünü yeniden gösterip, kıpkızıl bir şafak, ufuktan gökyüzüne doğru yükselip tutuşuncaya kadar!

 

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)