Güne yazılan
Cafer Demirtaş
Kaç dürülmüş hesap, zulasında kaç hain pusu
Kaç yaralı turna kaç Kerbela
Daha buğusu üstünde kaç kanlı düş
Büyür büyür de ben her gece savrulurum..
Kaç dürülmüş hesap, zulasında kaç hain pusu
Kaç yaralı turna kaç Kerbela
Daha buğusu üstünde kaç kanlı düş
Büyür büyür de ben her gece savrulurum..
Yüreğimde haykıran suskunluk
Ne de çok benziyor
Rüzgârda sallanan fidanlara…
Ve
Son mektubun kelimeleri kadar
Dokunaklı…
Duygular etrafa kalabalık kendine yalnız
Gün geceyi öperken postallarının bağcıklarında…
Gece ölüme demleniyor
Gençliğimizi dağlaya dağlaya…
Yol boyunca kalbimi eskitirken
İçimde dağların isyankar hüznü
Ayaklarımda tepinen karıncalar yorgunluğumu içerdi….
Ve ben tutunamadan yol yorgunluğuna
Ensemde cıvıl cıvıl kuşlar,
Bulutların sirrus öfkesini dağıtarak
Dingin molalar getirirdi…
Hep yürüdüm koşarkenki sevinçle
Bana sonsuz kadar rengin güzelliği
Sonsuz kadar gözlerin sınırsız feriyle…
Sunaklara sungu olup yatmış Babil’li kadınların
Ruhlarıyla bilişen İbrani kentlerine yürüdüm…
Her canlının, canlı olmaktan kaynaklanan “ihtiyaçlar”ı vardır. Her ihtiyaç kendine özgü “dayanılmazlık”larla belli eder kendini. Dayanılmazlıklar, canlının ihtiyaçlarına yönelmesinin itici gücüdür. İhtiyaç nesnelerinin çeşitlenmesi veya değişmesi çevresel olanaklarla ilgilidir. Çeşitlenme ve değişme, iyi yönde ve yapıcı olabileceği gibi; kötü yönde ve yıkıcı da olabilir. Örneğin; hareket eden canlıların otoburlukla başlayan asalak beslenme süreçlerinin etoburlukla ve emek sömürücülüğüyle çeşitlenmesi, sömürücü insanı dışarıda tutarak baktığımızda, bir şekilde doğal dengenin devam etmesi olarak yorumlanabilecekken; sömürücü insanın otoburluğu için de, etoburluğu için de, emek sömürücülüğü için de söylenecek tek söz vardır: Doğayı ve dengesini tahrip etmektedir.
Sorma hangi gecenin körlüğüne tutunduğumu
Bir yitiriliş telaşı belki içimdeki acı veya tükenmenin karanlık anı…
Sonsuz bir çöl kavrukluğu kalbime yonttuğum boşlukta varettiğim…
Sorma… ancak sen sağaltabilirsin uçurumların açtığı yarayı…
Hep insan yanığı düşlerdeydim…
İrin irin akıyordu içimde sular.
Ekmeğim zulüm, katığım cam kırıkları
Şafak söküğü bir çıplaklıktı örtündüğüm.
Ellerin şafak çocukluğu,
Ve alnımda gezinir yıldız tebessümleri…
Yakut bir bereket sunarak çorak düşlerime
Gel de kal
Gel de gitme;
Bu kent sensiz olmaz..
Geldik geçiyoruz, Veysel’in iki kapılı Hanı, şu hangi gezegenin cehennemi olduğunu bilmediğimiz fani, ölümün de ani olduğu dünyadan. Vuruyor gölgelerimiz duvarlara, suya düşen yansımalar gibi, çiziyor zaman resimlerimizi, artık mis kokan kireçlerin olmadığı, sentetik boyalı duvarlara.
Ve sustu içindeki isyanı boğarak…
Gülde kırmızı bir yan arandı sonra
Biteviye kan renginde ne varsa örtündü üstüne.
Gün olur gelirdi;
Gün olur diline zafer türküleri dolanırdı
Ve hep tetikteydi suskunluğu….