Anasayfa Anasayfa

Evvel zaman çocukluğu


Zelin Artuğ

ul

Her şey o kadar yeni ki yaşamda, ev, sokak, büyükler… Her biri yeni bir keşif!
Acıkmaya, susamaya, uyumaya kendim karar veremeyecek kadar yabancıyım dünyaya. Zamanımın büyük çoğunluğunda sırt üstü yatıyorum. Sürekli başucumda gördüğüm büyükler beni yattığım yerden aldıklarında seviniyorum. Böylesi daha güvenli. Sırt üstü yatıp, aynı noktaya bakmaktan kurtuluyorum.
En sevdiğim şey de beni kucağına alan büyüğün işaret parmağını çeneme dokundurması. Bir tür gıdıklanma mı yoksa iletişim mi bu, bilemiyorum. Gözlerimi kırpıştırıp, kucakta dimdik ayakta durmak istiyor, konuşabilmek için güç topluyorum, ama boşuna! Şimdilik yalnızca ünlü sesler çıkarmaya dilim dönüyor.


Ayakta durmak isteyince dizlerimin bağı çözülüyor, dengemi kaybediyorum ve tam arka üstü düşecekken, sevecen eller sarıp sarmalıyor beni ve bir daha düşmeyi aklıma getirmeyeceğim kadar sımsıkı tutuyor kucakta. Güvendeyim ya artık, ünlü sesler daha keyifli çıkıyor ağzımdan. Ünsüzleri yalnızca algılıyorum… Ama bunları taklit etmek biraz boyumdan büyük işlere kalkışmak olur. Ayrıca da ne gerek var? Böyle idare edip gidiyorum işte!
Her gün yeni sözcükler öğreniyorum. Babamı daha az görüyorum. Eve ışıklar yandığında geliyor ve benimle çok ilgileniyor. Annem daha çok, işlerle ilgileniyor. Sürekli hareket halinde bir anne… Ağabeyler de çocuk. Yine de benden büyükler. Hep onların dediği oluyor. Artık sesler çıkararak anlatmıyorum söyleyeceklerimi. Adını bildiklerimin adını söylüyor, bilmediklerimi de parmağımla gösteriyorum. Bazılarını söylemekte çok zorlanıyorum. Özellikle de “su” isterken çok yoruluyorum. “Su” sözcüğünü söylemek çok zor. En zoru belki de… Bazen de ben istemeden veriyorlar. Annem, babamla ya da başkalarıyla konuşurken bana su içiriyorsa yandık demektir. Konuşmaya dalacak, bana bir biberon suyu içirecek. Başka bir çocuğa annesi su içirirken gördüm, ben de öyle yapıyorum artık. Annemizin elini iterek bu dertten kurtuluyoruz.
Öğleden sonraları uyumak zorundayım. Annem yere oturup ayaklarına bir yastık koyuyor, beni ayaklarına yatırıp uyutuyor. Böyle ayakta sallanarak uyutulmayı hiç sevmiyorum. Tam uykuya dalacağım sırada, ellerim yana düşüyor, halının tüyleri, parmaklarımı gıdıklıyor, uyanıyorum. Kafamı kaldırıp, annemin yüzüne bakıyorum. Bir şekilde parmaklarımın halıdan gıdıklandığını söylemeliyim ona, ama bu nasıl söylenir, bilmiyorum. “Yum gözünü bakayım!” deyince hemen gözlerimi yumup uyurmuş gibi yapıyorum. Bir an önce uyuduğumu sanıp, beni yatağıma yatırmalı ve halının parmaklarımı gıdıklamasından kurtulmalıyım. Yatağıma yatırırken, gözlerimi kısarak bakıyorum anneme. Yüzüme bakıp uyumadığımı anlamasın diye de gözlerimi yumuyorum hemen.

***
Yer sofrası… Küçük siyah beyaz kareleri olan bir sofra bezi seriliyor ilkin yere. Sonra yuvarlak, büyük bir tahta sofra konuyor üstüne. Annem kapının dışından seslenince, ağabeylerden biri koşup odanın kapısını açıyor. Annem, elindeki büyük bakır siniyi tahta sofranın üzerine koyuyor.
Sofrada babamın sağında ben oturuyorum. Bir türlü dik oturmayı beceremiyor, sol dirseğimi mutlaka babamın dizine dayıyorum. Eğer uzun süre sol yanındakiyle konuşmaya kalkışırsa uzanıp çenesinden tutuyor, başını bana çevirmesini sağlıyorum.
Bir gün, “kuzu teyze” geliyor yemeğe. Benim ebem. Beni “Kuzum!” diye sevdiği için, “kuzu teyze” adını takmışım ona. Babamla iki çift laf konuşamıyorlar benim yüzümden. Her defasında elim, babamın çenesinde.. Babam kızıyor bana. “Kuzu teyze”ye ayıp ettiğimi söylüyor. O zaman “kuzu teyze”: “Hiç şikayet etme! Naz bu! Alıyorsun ki satıyor!” diyor. Sonraki günlerde ne zaman yaramazlık yapsam, babam ne zaman kaşlarını çatacak olsa, annem kuzu teyzenin bu sözünü anımsatıyor babama. “Hiç yakınma, alıyorsun ki satıyor!”
Annem, babam gibi değil. Kolay naz satamıyorum ona. Sıkı pazarlıkçı… “Yemeğini yersen, sana kedi resmi çizerim… Uyursan, uyanınca gezmeye götürürüm. Uslu durursan……”
Daha sonraki yıllarda, öğretmenlerin ağzından da bu türlü koşullu sözler duyuyorum. “Çalışırsanız, sınıfı geçersiniz… Ödev yapmazsanız sıfır alırsınız…” Ukala sınıf başkanları da despotluğu hiç bırakmıyorlar ellerinden: “Konuşursanız tahtaya yazarım, itiraz ederseniz hocaya şikayet ederim…” Bu koşullu yaptırımlar, yaşantımızın her alanında. “ Bir alana bir bedava… Seksen kupon biriktirene çelik tencere… On bilezik tak, al kızı… Bul karayı, al parayı…”

***
Ellerimi ve burnumu cama dayayıp sokağa bakıyorum. Yumuşak somyanın üzerinde denge sağlamak zor. Ayağımın altına yastık koyup yükseltiyorlar beni. Camı açmıyorlar. Camın arkasından bakıyorum. Bazen dengemi kaybedip yuvarlanıyorum somyanın üzerine. Gelip kaldırmak için ağlamamı bekliyorlar sanki. Ağlamadan kaldırsalar ya! Sık sık ağlamak hiç iyi değil. Ağlamana bir alışırlarsa yandın, demektir. Umursamazlar ağlamanı.
Aslında galiba biraz büyüdüm. Annem beni aynanın önüne oturtuyor, saçlarımı tarıyor, tepede örüp örüyü doluyor, tokayla da tutturuyor başımın tepesinde. Başımın tam tepesinde bir kuş yuvası gibi duruyor o örü. Çok süslüyüm. Kolonya şişesini iki elimle tutuyor, başımı eğip, kuş yuvasına boca ediyorum kolonyayı. Süslü olmanın anlamı, saçlarıma kolonya dökmek…
Büyük ağabey okuldan gelince, aşağıdan kapıyı açması için annem ona anahtar atıyor pencereden. Oturma odası, iki katlı evin üst katında. Aşağıya inip kapıyı açmaktansa, yukarıdan anahtar atmak daha kolay geliyor anneme. Onun mutfakta işi olduğu zamanlarda, küçük ağabey atar anahtarı camdan; anahtar atma işini çok önemsiyor çünkü. Anahtarı aşağıya attıktan sonra büyük bir iş yapmış gibi yüzüme bakıyor! Bir kez de ben atmak istiyorum o anahtarı aşağıya. Sonra da küçük ağabeyin yüzüne bakmak… “Ben de büyüdüm işte!.. Ben de anahtar atabilirim aşağıya” demek…
Bugün kapının zili çaldığında mutfağa önce ben koşacak, annemin elinden anahtarı önce ben alacağım. Küçük ağabey bazen anahtarı uzaklara atıyor. O zaman büyük ağabey yol kıyısındaki otların arasında anahtar arıyor. Anahtarı elime geçirebilirsem, ben öyle yapmayacağım. Büyük ağabeyin eline uzatacağım… Avucunun içine atacağım.

Anahtarı elime geçirince, kızılca kıyamet kopuyor! Ben önde, küçük ağabey peşimde odanın içinde dört dönüyoruz. Anahtarı elimde sımsıkı tutarak kendimi somyanın üzerine atıyorum. Telaşla pencereye yöneliyorum. Anahtarı küçük ağabeye kaptırmadan, büyük ağabeyin avucuna atmam gerekiyor. Eğiliyorum. Büyük ağabey ellerini yukarıya kaldırmış, anahtarı tutmaya hazırlanıyor. Eğiliyorum… eğiliyorum… eğiliyorum…

*****
Karanlık… Çok karanlık! Annem ağlıyor. Başka sesler de var. Uğultular…
Çok küçük bir ışık sızıyor bir yerlerden. Sonra yine karanlık. Beni kalın battaniyelere sarıp sarmalamışlar, bir yerlere götürüyorlar. Uğultular, çınlamalar, fısıltıyla konuşmalar, ağıt gibi hüzünlü bir ağlama sesi… Sonra boğuk bir çığlık… “Ölmüş bu çocuk, pelte gibi, hiç hareket etmiyor!” Burnuma kötü bir benzin kokusu geliyor. Midem bulanıyor. Sonra yine karanlık…
Gözlerimi aralıyorum. Başımda toplanmış yabancılar var. Annem ve babam yok içlerinde. Hiç birini tanımıyorum bunların. Genç, yaşlı, kadın, erkek… hepsinin de kaşları çatık.. “Yüzükoyun çevirelim yavaşça” diyor yaşlı olan. Kocaman bir şırınga parlıyor ellerinde.
Dışarıda bir annenin feryadı, içerdeki çocuğun çığlığına karışıyor. Yıllar sonra omuriliğimden şırıngayla su çektiklerini öğreniyorum. Beyin kanaması var mı yok mu? Bunu öğrenmenin o günkü yolu buymuş! Bir de imza istediklerini öğreniyorum, babamdan. “Bu test, ömür boyu sakat kalmasına neden olabilir, sorumluluk alamayız” diyorlar. Babam diyor ki onlara: “Olsun! Hayatını kurtarmak için ne gerekirse yapın! Ben ölünceye dek tekerlekli sandalyede de olsa bakarım ona, tek yaşasın da…”
Doktorlar müjdeyi veriyorlar sonunda. Beyin kanaması yok. Süslünün başının tepesindeki örü, böylesi bir aksilikten korumuş onu. Öyle bir acı duyuyor ki süslü, ne örüsünü açtırıyor, ne saçını taratıyor, ne de kolonya dökülmesini istiyor saçına.
O günlerde ev, geçmiş olsuna gelenlerle dolup taşıyor. Bunlardan ikisi özellikle dikkatimi çekiyor. Kuzu teyzenin kızı Hamiyet’le gelini Sacide… Gelin görümce bir örnek giyinmişler. Mavi kumaştan geniş, pilili eteklerini kırışmasın diye, yayarak oturmuşlar. Bizim kümesteki horoz gibi, oturdukları yerde kırıtıp duruyorlar. Ara sıra eteklerinin pilisini düzeltiyor, birbirlerine bakarak “Ah yavrum, kıyamam ben ona”, “Nazara gelmiş yavrucak!” gibi laflar ediyorlar. Ben, annemin kucağında, başımı annemin omzuna dayamış, başımdaki şişliğin acısıyla inleyip duruyorum. Kulağıma fısıldıyor annem: “Sus, mızırdanma, ayıp! Bak, misafirin yanında ağlanmaz.” Misafir sözcüğünü ilk kez o gün duyuyorum.
Yıllar sonra birinci sınıfta öğretmen, Hayat Bilgisi dersinde “misafir” in anlamını soruyor. Parmak kaldırıp yanıtlıyorum: “Misafir; mavi etekli kadın demek!”

***
Büyüyüp kocaman bir kız olduğumda büyük ağabey bir giyim mağazasından güzel bir giysi almak istiyor bana. Vitrinde siyah beyaz küçük kareli spor bir gömlek görüp, bu gömleği beğendiğimi söylüyorum. “O sofra bezinden başka beğenecek gömlek yok mu burada?” diyor. Gömlek, gerçekten de küçük siyah beyaz kareli sofra bezimize benziyor. Yine de o gömleği aldırıyorum ona.
Saçlarım iyice uzamış. Örüyorum onları. Özenle tarıyorum ilkin. Üçe ayırıyorum sonra. Evvel zaman çocukluğu, gençlik yılları, olgunluk yılları… Evvel zaman çocukluğundan başlıyorum örmeye, yılları birbirinin üzerine devirerek örüyorum. Uçlara yaklaşınca üçünü bir araya toplayıp, bir lastikle birleştiriyorum bütün yılları. Artık toplayıp tepede dolamaya hiç gerek yok. Örünün ucunu açık bırakıyorum. Yıllar fazla gelip de lastik koptuğunda, saçlarım sonsuzluğa dek özgür kalsın diye…

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)

758 okunma
1 Yıldız2 Yıldız3 Yıldız4 Yıldız5 Yıldız (1 oy, ortalama: 5,00 / 5)
Loading ... Loading ...

Etiketler: , , , , ,

Yorum yapma kapalı.