Anasayfa Anasayfa

Sayfa 1 / 11

08 Temmuz 2008 için Arşiv

Yabancı


Zelin Artuğ

“Yabancı”yı ilk kez yirmili yaşlarda okumuştum. Yaratısız bir başkaldırma duygusu uyanmıştı içimde. Sıradan bir genç insan tepkisi… Bilinçsiz duyguların kör bir karanlıktan ne farkı var ? Gençliğin renkleri ne denli parlak olursa olsun, gençliğin kendisi bir kör karanlık değil mi ? Albert Camus’nün yabancısı da sokaktan geçen yüzlerce yabancıdan biriydi. Yıllar sonra, aynı yabancı bir kez daha çaldı kapımı. Uzun uzun anlattı. Soluk almadan dinledim.

Kitabı rafa kaldırırken o , ardına bile bakmadan çoktan yola koyulmuş, birbirine yabancı insanların arasına karışıp, gözden yitmişti bile. Kulağımda, giderken fısıldadığı belli belirsiz  sesi kalmıştı: “Hoşçakal yabancı.”

Yorgunum. Işığı söndürüp yatıyorum. Sanığın aylar süren duruşmasını düşünüyorum. Savcının, tanıkların, gazetecilerin , dava ile ilgisi olan ya da olmayan herkesin geveze papağanlar gibi konuşmalarını duyuyorum yeniden. Bir de sanığı kurallara göre savunacağım derken geveze kalabalığın şakşakçılığını yapan avukat var tabi. Toplumun dayattığı kalıplara göre yargılanan sanık ve insan olmanın gerektirdiği özellikleri iğrenç bir suçmuş gibi haykırıp duran ahlakçılar ! Oldu bittiye getirilen savunmada sanığın verdiği yanıt: Böyle olmasına güneş neden oldu.” Duruşmayı izleyenlerin gülüşmeleri…

,Yirmili yaşlarda kitabı ilk okuduğumda sanığın kelepçelerini çıkarıp onu kurtarmak, dışarıdaki öteki insanların içine salıvermek gelmişti içimden. Şimdi bu çok saçma geliyor. Günümüz koşullarında dışarıda da özgür değil ki insan! Otobüste, metroda, sokakta…heryerde paranoyak olmuş, panik halinde insanlar. Herkes birbirine kuşkuyla bakıyor. Toplum, neredeyse çözülme noktasında.

Camus, başka bir yapıtında “Özgürlük, hele tutuklunun düşüyse, sınırlara katlanamaz.” diyordu. Madem, dışarıdaki insan da bir anlamda toplumsal değer yargılarına tutuklu, yabancılığı yok etmekten mi başlamalı ? Yabancıya kulak veriyorum. Kendini savunmak için hiç çaba göstermeyen, yargılanma sırasında ağzını bıçak açmayan yabancı, onu boş bir çuval gibi attıkları mahpushanesinde bir iç hesaplaşmaya girişiyor: “Şimdiye kadar hep haklı çıkmıştım, hâlâ da haklıyım, daima haklı olacağım ben. Bugüne kadar, şöyle yaşamışım…oysa şu şekilde de yaşayabilirmişim… Şunu yapmışım da bunu yapmamışım… Ne çıkar bundan ha ? Ne çıkar ? Sanki bir ömür boyu, sırf haklı çıkmak için hep bu anı, idam edileceğim şafak vaktini beklemişim ! Her şey tamam olsun, kendimi daha az yalnız hissedeyim diye idam günümde çok izleyici bulunmasını, bu insanların beni nefret dolu bağırışlarla karşılamalarını dilemekten başka bir şey kalmıyor artık benim için!”

Dışarı çıkmalı, yabancıyı bulmalı, durdurmalıyım onu. En azından “Hoşçakal!” diyebilirim belki. Kıpırdayamıyorum yerimden. Kafama balyoz yemiş gibiyim. Onu bulmak neyi çözümleyecek ? Sonuçta, ben de bir yabancı değil miyim ?

“Salamono’nun köpeği de karısı kadar değerliydi…” diye anlatıyordu yabancı. Ben Salamono’yu da tanımıyorum, köpeğini de ! Demek ki benim için, Salamono’nun karısı da köpeği kadar değersiz. İnsan bazen güneş yüzünden saçmalar, bazen üşüdüğü için, bazen de durupdururken, öyle değil mi ?

Evrensel değerlere göre değil de zorbalığın çıkarlarına göre davranan imtiyazlı sınıfın yarattığı yabancı kitlesi, günden, güne, çığ gibi büyümekte. Buyruk, kesin ve tartışılmazdır: ” Ya yozlaş, ya da yok ol !” Sistem, yozlaşmaya karşı çıkan bir dolu yabancı yarattı. Mala, paraya doymak bilmeyen zorbaların arasında yaşamanın imkansızlığını anlayan yabancının ıssız ada göçü böyle başladı. Göç hızlandıkça, ıssız adalar, ıssız ada olmaktan çıktı, yabancı adalarına dönüştü. İşte o zaman insan, milyonların içinde yalnızlığı seçti. “Tutuklu” insan, doğası gereği, özgürlüğü yalnızlıkta yakaladı. Yalnızlığın sınırları giderek genişledi ve sistem, birçok yalnız insan yarattı. Yalnız ve başkaldıran insanlar !

Bazen, ben de onlardan biri olduğumu düşünüyorum. Yabancıya da yabancıyım bir bakıma. Ama ortak bir yanımız var onunla. İkimiz de büyük çoğunluğa yabancıyız. Bu nedenle, bir anlamda ona yakınlık duyuyorum. Kapıyı açıp, sesleniyorum ardından: “Hoşçakal, arkadaş !”

[Anadolu Ekini, Mart/Nisan 1992 ]

Zelin Artuğ (Ülkü Öztürk Göçmen)

‘Umut için senfoni’ dinliyorum


Zelin Artuğ

Uğur Kökden’in denemeleri , çoğu kez çetin bir yolculuktur okur için. Denemeleri okurken tıpkı bir senfoni dinler gibi uyumlu sesler alırsınız. Denemelerin yazarı, çağının tanığı değil, “sanığı” gibi davranma yürekliliğini göstermiş. Okur da aynı duyarlılıkla tanıklık edince çağına, umudun fısıltısı giderek çok sesliliğe, bir senfoniye dönüşüyor.

Denemeler -belki de rastlantıdır – Kafka ile başlayıp, Kafka ile bitmiş. Kafka ile benzerliği var yazarın. O da Kafka gibi, “yargılanan ve izleyen biri” günümüz dünyasında. Ülke insanının nabzını bütün dünya ülkelerinin halklarının nabzıyla birlikte yakalayan bir “sanık doktor.” İzlenirken bile izleyen bir halk adamı…

Yazının tamamını okuyun »